Bundan 700 bin yıl
önce insanların, çok iyi inşa edilmiş gemilerle okyanus yolculukları yaptıklarını
biliyor muydunuz? Ya da bize "ilkel mağara adamları" olarak tanıtılan
insanların, gerçekte günümüzdeki ressamları aratmayacak bir yeteneğe ve estetik
anlayışına sahip olduklarını hiç duydunuz mu? 80 bin yıl önce yaşamış olan ve
bize evrimciler tarafından "maymun adam" gibi gösterilmeye çalışılan
Neandertal ırkının, müzik aletleri yaptığını, giyim-kuşam zevkine sahip olduğunu,
kızgın kumlarda biçimli sandaletlerle gezdiğini biliyor muydunuz?
Büyük olasılıkla
bunların hemen hiçbirini daha önce duymamış olabilirsiniz. Aksine, bu insanların
yarı maymun yarı insan, konuşma yeteneğinden yoksun, dik duramayan, sadece
garip hırıltılar çıkaran, vahşi mağara adamları olduğu yanılgısına kapılmış
olabilirsiniz. Çünkü bu büyük yalan, yaklaşık 150 yıldır dünyanın dört bir yanında
insanlara telkin edilmektedir.
Bu telkinin amacı
ise, materyalist felsefeyi ayakta tutabilmektir.
Materyalist, yani
maddeci felsefe, Yaratıcı'nın varlığını inkar eder. Gerçekleri saptıran bu görüşe
göre, evren ve madde ezelidir, yani bir başlangıcı dolayısıyla bir Yaratıcısı
yoktur. Bu batıl inancın sözde bilimsel temelini ise evrim teorisi oluşturur.
Çünkü materyalistler, evrenin bir Yaratıcısı olmadığını iddia ettikleri için bu
evrendeki canlılığın ve düzenin nasıl ortaya çıktığına kendilerince bir açıklama
getirmeleri gerekmektedir. Evrim teorisi bu amaçla kullanılan bir senaryodur.
Bu senaryoya göre, evrendeki tüm düzen ve canlılık, tesadüflerin sonucunda
kendiliğinden oluşmuştur. İlkel dünyada bulunan bazı cansız maddeler tesadüfen
biraraya gelerek ilk canlı organizmayı oluşturmuşlardır. Milyonlarca yıl süren
tesadüfler sonucunda ise bu ilk canlı organizmanın evrimleşmesiyle evrim
zincirinin en sonunda bulunan insan meydana gelmiştir. Her biri imkansız olan
milyonlarca aşamanın sonucunda meydana geldiği iddia edilen insanın tarihi de,
yine bu senaryoya uygun olarak hikayeleştirilmiştir.
Hiçbir bilimsel
delili olmayan bu anlatıma göre insanlık tarihi şöyledir: Nasıl ki canlılık
ilkel bir organizmadan, en gelişmiş organizma olan insana kadar ilerlemişse,
insanlık tarihi de en ilkel insan toplumundan en gelişmiş insan toplumuna doğru
ilerleme göstermiş olmalıdır. Bu, bilimsel dayanağı olmayan bir varsayımdır. Ve
bu varsayım, materyalist felsefenin ve evrim teorisinin iddialarına göre hazırlanmış
olan insanlık tarihinin temelini teşkil eder.
Evrimci bilim
adamları, tek hücreden çok hücreye ve ardından maymundan insana doğru uzayan
sözde evrim sürecini açıklayabilmek için, tarihin gelişimini de senaryolaştırmışlardır.
Bunun için 'ilkel insan'ın yaşam şeklini açıklayan "mağara devri",
"taş devri" gibi hayali dönemler uydurmuşlardır. "İnsanlar maymunlarla
ortak bir atadan türemişlerdir" yalanını savunan evrimciler, bu iddialarını
kendilerince kanıtlayabilmek için arayışa girmişler ve arkeolojik kazılarda
buldukları her taş ya da ok parçasını veya bir çömleği bu doğrultuda yorumlamışlardır.
Oysa karanlık bir mağarada postlara bürünerek oturan, konuşma yeteneği olmayan
yarı insan yarı maymun canlılar, yalnızca birer hayal ürünüdür. İlkel insan hiçbir zaman var olmamış, taş
devri hiçbir zaman yaşanmamıştır. Bunlar evrimcilerin bir kısım medyanın da
yardımıyla oluşturdukları göz boyamalardan başka bir şey değildir.
Bunlar birer göz
boyamadır; çünkü biyoloji, paleontoloji, mikrobiyoloji, genetik bilimler başta
olmak üzere bilim alanında yaşanan gelişmeler bugün evrim iddiasını tamamen yıkmıştır.
Canlı türlerinin birbirlerine dönüşüp evrimleştikleri iddiasının geçersizliği
anlaşılmıştır. Aynı şekilde insan da maymun benzeri canlılardan evrimleşmemiştir.
İnsan, var olduğu günden bu yana
insandır. Var olduğu günden bu yana da yüksek bir kültüre sahiptir. Dolayısıyla
"tarihin evrimi" de hiçbir zaman gerçekleşmemiştir.
Bu kitapta,
"insan tarihinin evrimi" iddiasının geçersizliğini bilimsel
delilleriyle ortaya koyacak, bilimsel bulguların yaratılış gerçeğini desteklediğini
inceleyeceğiz. ‹nsan bu dünyaya evrimle değil, sonsuz bir güç ve akıl sahibi
olan Allah'ın kusursuz yaratmasıyla gelmiştir.
Evrimci tarih
anlayışına göre insanlık tarihi, insanın sözde evrimine paralel olarak çeşitli
dönemlere ayrılarak incelenir. Pek çoğunuzun okul yıllarında ya da çeşitli
gazete ve televizyon haberlerinde duymaya alışık olduğu taş devri, yontma taş
devri, cilalı taş devri, bronz çağı, demir çağı gibi hayali kavramlar söz
konusu evrimci kronolojinin önemli parçalarıdır. Çoğu insan bu hayali tabloyu
hiç düşünmeden kabul eder ve insanlığın bir zamanlar sadece kaba taş aletler
kullanılan, medeniyet ve teknolojinin bilinmediği bir dönem yaşadığını sanır.
Oysa arkeolojik
bulgular ve bilimsel veriler incelendiğinde ortaya çok daha farklı bir tablo
çıkar. Geçmişten günümüze kalan izler, insanların, tarihin her döneminde
kültürleriyle ve sosyal yaşamlarıyla medeni bir hayat sürdüklerini
göstermektedir. Arkeolojik kazılarda bulunan aletler, dikiş iğneleri, flüt
kalıntıları, süs eşyaları, dekorasyon malzemeleri, geçmiş insanların kültürel
olarak gelişmiş bir yaşam sürdüklerinin göstergelerindendir.
Bundan yüz binlerce
yıl önce de tıpkı günümüzdeki gibi, insanlar evlerinde yaşıyor, tarımla
uğraşıyor, alışverişlerini yapıyor, tekstil ürünleri meydana getiriyor,
yemeklerini yiyor, akraba ziyaretlerine gidiyor, müzikle ilgileniyor, resim
yapıyor, hastalıkları tedavi ediyor, ibadetlerini yerine getiriyor kısaca
normal günlük hayatlarını yaşıyorlardı. Allah'ın gönderdiği peygamberlere uyan
insanlar Bir olan Allah'a iman ediyor, bazıları ise sapkınça putlara tapıyordu.
Peygamberlere uyan müminler Allah'ın emrettiği ahlakı yaşarken, birtakım
insanlar da batıl uygulamalarda bulunuyor, sapkın ayinler gerçekleştiriyorlardı.
Günümüzde olduğu gibi tarihin her döneminde de, hem Allah'ın varlığına iman
eden insanlar vardı, hem de putperest ve müşrik insanlar.
Elbette tarih
boyunca bir yanda medeni bir yaşam süren insanlar varken bir yanda da daha
basit ve ilkel koşullarda yaşayan toplumlar var olmuştur. Ancak bu, insanlık
tarihinin sözde evrimine delil teşkil edecek bir durum değildir. Zira günümüzde
de dünyanın bir köşesinde uzaya araç gönderilirken, bir diğer köşesinde
insanlar henüz elektriğin varlığını dahi bilmemektedir. Ama bu durum ne uzay
aracını yapanların zihinsel ve fiziksel olarak daha gelişmiş -sözde evrim
sürecinde ilerlemiş-, ne de diğerlerinin daha geri -sözde hala maymun-insanlara
daha yakın- olduklarını göstermez. Bunlar sadece kültür ve medeniyet farklılığının
göstergeleridir, kültürel bir evrim yaşandığının değil.
Evrimciler
Arkeolojik Bulguları Açıklayamaz
İnsanlık tarihini
anlatan evrimci bir eseri incelediğinizde ilk dikkatinizi çekecek hususlardan
biri, insanın sözde ilkel atalarının günlük hayatlarına dair detaylı
tasvirlerdir. Kullanılan üsluptaki eminlikten, konu hakkında bilgisi olmayan
biri, tüm bu anlatılanların bilimsel delillere dayandığını düşünebilir. Evrimci
bilim adamları sanki o dönemde yaşamış, gözlem yapma imkanına sahip olmuş gibi
detaylı hikayeler anlatırlar: İki ayağı üzerinde durmaya başlayan sözde
atalarımızın elleri boş kalınca alet yapmaya başladıklarını, uzun dönemler
boyunca sadece taşı kullandıklarını, tahtalar ve taşlardan başka hiçbir alet
edavatlarının olmadığını, demiri, bakırı, tuncu kullanmayı çok daha ilerleyen
dönemlerde öğrendiklerini söylerler. Ancak bu anlatılanlar bilimsel delillere
değil, evrimcilerin ön yargılarına göre bulguları yanlış yorumlamalarına dayalı
hikayelerdir.
Arkeolog Paul Bahn,
insanlık tarihinin evrimi senaryosunun bir masaldan ibaret olduğunu şöyle ifade
eder:
Bilimin o
kadar büyük kısmı hikayelere dayanıyor ki! Hikayeyi iyi bir anlamda
kullanıyorum, ancak yine de hikaye işte. İnsanoğlunun evrimine dair geleneksel
senaryoları düşünün: Av ateşi, kamp
ateşi, karanlık mağaralar, ayinler, alet yapımı, yaşlanma, mücadele ve ölümle
ilgili hikayeleri. Ne kadarı kemik ve kalıntılara, ne kadarı edebiyat
ölçülerine dayanır.
Paul Bahn'ın net
olarak ifade etmekten çekindiği sorunun cevabı açıktır, insanlık tarihinin
sözde evrimi bilimsel değil tamamen "edebi" ölçülere dayanmaktadır.
Nitekim bu
hikayelerde pek çok cevapsız husus, mantık çelişkisi ve bozukluğu vardır. Ancak
evrimci dogmalarla düşünen bir kişi bu çelişkileri fark edemez. Örneğin
evrimciler yontma taş devrinden bahsederler, ama o döneme ait aletlerin veya
kalıntıların nasıl yontulup şekillendirilmiş olabileceğini anlatmazlar. Tıpkı
"dinazorların sinekleri kovalarken kanat geliştirip uçmaya başladıklarını
öne sürüp, sineğin ise nasıl uçtuğunu" hiçbir zaman açıklayamadıkları
gibi, on binlerce yıl öncesine ait kalıntıların nasıl yapılıp
biçimlendirildiğini de açıklayamazlar. Konunun bu yönünü tamamen unutmaya ve
unutturmaya çalışırlar.
Oysa taşı yontup
şekillendirmek çok zor bir iştir. Taşı taşa sürterek, tarih öncesi kalıntılarda
olduğu gibi, mükemmel düzgünlükte ve sivrilikte kesilmiş aletler elde etmek
mümkün değildir. Granit, bazalt ya da dolerit benzeri sert taşların, parçalanıp
dağılmadan, ağaç hamuru gibi incecik kesilmesi ancak çelik eğelerin,
tornaların, levyelerin, rendelerin, taş kesimi ve şekillendirilmesinde
kullanılan diğer aletlerin varlığıyla mümkündür. Yine on binlerce yıl öncesine
ait bileziklerin, küpelerin, kolyelerin, kürelerin taş kullanılarak
yapılamayacağı bellidir. Bu eşyalardaki ufak delikler taşla vurarak açılamaz.
Üzerlerindeki süslemeler taşı sürterek meydana getirilemez. Söz konusu
eserlerin muntazamlığı, bunları meydana getirmek için demir, çelik ve diğer
metallerden yapılmış aletlerin kullanılmış olduğunu göstermektedir.
Pek çok arkeolog ve
bilim adamı, söz konusu tarihi eserlerin veya kalıntının evrimcilerin iddia
ettiği koşullarda yapılıp yapılamayacağını test etmiştir. Örneğin, 11 bin yıl
önce inşa edilmiş olduğu tahmin edilen Göbekli Tepe'de bulunan blok taşlar üzerindeki
işlemelerin nasıl yapılmış olabileceğini araştıran Prof. Klaus Schmidt şöyle
bir deney yapmıştır: Evrimcilerin o dönemde kullanıldığını iddia ettikleri
taşları işçilerin ellerine vererek, kayaların üzerine benzer kabartmalar
çizmelerini istemiştir. Kayaları taşla şekillendirmeye çalışan işçiler 2 saat
boyunca aralıksız çalışmaları sonucunda kaya üzerinde sadece belli belirsiz bir
çizgi çizebilmişlerdir.
Benzer bir denemeyi
herkes kendi evinde de yapabilir. Elinize granit gibi sert bir taş alıp, bundan
100 bin yıl önce yaşamış insanların yaptıkları mızrak uçlarının bir benzerini
yapmaya çalışın. Ancak bunun için bu granit parçası ve bir taştan başka
elinizde hiçbir malzeme olmasın. Bu işlemde ne derece başarılı olabilirsiniz?
Tarihi kalıntılardaki gibi mükemmel keskinlikte, simetride, düzgünlükte ve
parlaklıkta bir parça meydana getirebilir misiniz? Daha da ileri gidelim 1 m2
büyüklüğünde bir kaya alıp üzerine derinlikli bir hayvan resmi yapmaya çalışın.
Kayaya elinizdeki taşla vurarak nasıl bir sonuç elde edersiniz? Çok açıktır ki
çelik ve demirden yapılmış araç gereç olmadan, ne basit bir mızrak ucunu ne
gösterişli bir taş işlemesini yapabilirsiniz.
Bu aşamada şunu da
unutmamak gerekir ki, kullanılmış olan taş kesme ve biçimlendirme aletlerinin
yapılması da ayrı bir uzmanlık alanıdır. Eğenin, levyenin, rende ve diğer
aletlerin yapılabilmesi için de gerekli teknik alt yapının bulunması şarttır.
Bu da, bu eserlerin meydana getirildiği dönemde koşulların oldukça iyi ve ileri
olduğunu göstermektedir. Yani, evrimcilerin basit taş aletlerin kullanıldığı,
tekniğin ve teknolojinin olmadığını iddia ettikleri "kabataş devri"
sadece bir hezeyandan ibarettir, gerçekte böyle bir dönem yaşanmamıştır.
Öte yandan taşların
kesilmesinde, düzetilmesi ve şekillendirilmesinde kullanılmış olan demir ve
çelik malzemelerin günümüze kadar ulaşmamış olması da son derece doğaldır.
Doğal koşullar altında, özellikle de nemli ve asitli ortamlarda, her türlü
metal malzeme okside olacak, çürüyüp bozulacak ve yok olacaktır. Geriye ise yok
olması çok daha uzun süre alan taş parçalar kalacaktır. Bu taş parçalara
bakarak, dönemin insanlarının sadece taşı kullandıklarını öne sürmek ise
bilimsel bir yaklaşım değildir.
Nitekim artık pek
çok evrimci de, arkeolojik buluntuların Darwinizm'i desteklemediğini kabul
etmektedir. Evrimci arkeolog Richard Leakey, arkeolojik bulguların özellikle de
taş aletlerin evrim teorisiyle açıklanmasının mümkün olmadığını şöyle itiraf
eder:
Aslında, Darwinist tezin yetersizliği
arkeolojik kayıtlarla kesin olarak kanıtlanmıştır. Eğer Darwinist sunum
doğru olsaydı, bu durumda hem arkeolojik kayıtlarda hem de fosil kayıtlarında
iki ayaklılığın, teknolojinin ve gelişen beyin ölçülerinin delillerini görmemiz
gerekirdi. Ama bunu görmüyoruz. Tarih öncesi kayıtların tek bir yönü dahi bu
tezin yanlış olduğunu göstermek için yeterli: taş aletler.
Evrimcilerin
Hayali Kronolojisi
Evrimciler tarihi
sınıflandırırken, buldukları eserleri teorilerine uygun olacak şekilde,
dogmaları doğrultusunda yorumlayıp değerlendirirler. Bronz eşyaları çokça
buldukları dönemi bronz çağı olarak adlandırır, demirin çok daha yakın bir
dönemde kullanılmaya başlandığını öne sürerler. Metallerin en eski medeniyetler
tarafından bilinmediğini iddia ederler.
Oysa, daha önce de
belirttiğimiz gibi demir, çelik ve pek çok metal çabuk okside olup, aşınırlar.
Taşa oranla çok daha kısa sürede, çürüyüp yok olurlar. Okside olması daha zor
olan bronz gibi metaller ise diğer metallere oranla daha uzun süre muhafaza
edilebilir. Bu durumda bronzdan yapılmış eserlerin daha eski tarihli olması,
demirden yapılmış eserlerin ise daha yeni tarihli olması son derece doğaldır.
Ayrıca bronzu elde
edebilmeyi bilen bir toplumun demiri bilmediğini öne sürmek, bronz elde
edebilecek bilgiye ve teknik alt yapıya sahip olan bir toplumun diğer metalleri
kullanmadığını iddia etmek mantıklı bir yorum değildir.
Bronz, bakıra kalay,
arsenik ve antimon katılarak ve biraz da çinko eklenerek elde edilir. Bronzu
elde eden kişi, öncelikle bakır, kalay, arsenik, çinko ve antimon gibi elementlerin
kimya bilgisine sahip olmalıdır, bunları hangi derecelerde eritmesi gerektiğini
bilmelidir, gerekli eritmeyi ve alaşımı yapabileceği fırına ve malzemelere
sahip olmalıdır. Bu sayılan bilgilerden habersiz olan birinin başarılı bir
alaşım elde etmesi oldukça zordur.
Örneğin bakır
cevherleri, yaşlı ve sert kayalarda, kristal veya tozumsu mineral olarak
bulunur. Bakırı kullanan toplumun öncelikle kayalarda bulunan toz halindeki
cevheri tanıyabilecek bilgi seviyesinde olması gerekir. Daha sonra bulduğu
bakırı yer altından çıkarabilmek için maden inşa etmesi, cevheri kayadan söküp
çıkarabilmesi ve yüzeye taşıyabilmesi gerekir. Tüm bunların taştan tahtadan
aletlerle yapılamayacağı açıktır.
Bakır cevherinin
metale dönüşümü için cevherin kor ateşle karşılaşması gerekir. Bakırın
eritilerek arıtılması için gerekli sıcaklık ise 1084.50C'dir. Bu esnada ateşe
hava akımı sağlayan bir cihaz ya da körük kullanılması gerekir. Bakırla işlem
yapan bir toplumun bu ısının sağlanabileceği bir fırını inşa etmiş olması, ayrıca
bu fırında lazım olacak pota, maşa gibi aletleri de yapmış olması şarttır.
Burada sadece bakırın işlenmesi için gerekli olan alt yapı, kısaca
özetlenmiştir. Daha sert bronzun elde edilmesi için bakırın, kalay, çinko ve
diğer elementlerle karıştırılması ise çok daha kapsamlı bir iştir. Çünkü her
metal için farklı işlemler uygulanması gerekir. Tüm bunlar, metali işleyen,
alaşımlar meydana getiren, madencilikle uğraşan toplumların detaylı bilgi
sahibi olduklarının göstergesidir. Bu derece kapsamlı bilgiye sahip olan
kişilerin, demiri bulamamış olduklarını iddia etmek ise mantıklı ve tutarlı bir
açıklama değildir.
Öte yandan
arkeolojik bulgular da, evrimcilerin eski dönemlerde metalin bilinmediği ve
kullanılmadığı iddialarının doğru olmadığını göstermektedir. 100 bin yıllık
metal kap kalıntısı, 2.8 milyar yıllık metal küreler, 300 milyon yıllık olduğu
tahmin edilen demir çömlek, 27 bin yıllık kil parçaları üzerinde bulunan
tekstil kalıntıları, magnezyum, platinyum gibi Avrupa'da birkaç yüzyıl önce
eritilmesi başarılan metallerin bin yıllık kalıntılardaki izleri gibi sayısız
buluntu, evrimcilerin iddia ettiği, kabataş devri, yontma taş devri, cilalı taş
devri, bronz çağı, demir çağı sıralamasını alt üst etmiştir. Pek çok bilimsel
yayında yer alan bu bulguların önemli bir kısmı, evrimci bilim adamları
tarafından ya göz ardı edilmiş ya da müzelerin bodrumlarına saklanmıştır.
Gerçek insanlık tarihi yerine, evrimcilerin hayal ürünü hikayeleri, insanlık
tarihi gibi toplumlara tanıtılmıştır.
Müminler Tarih
Boyunca Medeni Bir Yaşam Sürmüşlerdir
Allah tarih boyunca
insanları hak dine davet edecek elçilerini göndermiştir. İnsanların bir kısmı
elçilere itaat edip, Allah'ın varlığına ve birliğine iman etmişler, bir kısmı
da inkarlarında direnmişlerdir. İnsanlığın ilk var olduğu günden itibaren
insanlar, Bir olan Allah'a imanı ve hak din ahlakını, Rabbimiz'in vahyi ile
bilip öğrenmişlerdir. Dolayısıyla evrimcilerin öne sürdüğü, "Bir olan
Allah'a imanın ilk toplumlar tarafından bilinmediği" iddiası doğru değildir.
(Bu konu kitabın ilerleyen bölümlerinde detaylı olarak açıklanmaktadır.)
Allah'ın tarihin her
döneminde insanlara, kendilerini iman etmeye ve din ahlakını yaşamaya davet
eden elçiler gönderdiği Kuran'da şu şekilde haber verilmiştir:
İnsanlar
tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi
ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda,
aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi. Oysa kendilerine apaçık
ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan 'azgınlık ve kıskançlıkları'
yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, (kitap) verilenlerden başkası değildir.
Böylece Allah, iman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe Kendi
izniyle eriştirdi. Allah, kimi dilerse onu doğruya yöneltir. (Bakara Suresi, 213)
Bir başka ayette de
her topluma onları uyarmak, Allah'ın varlığını ve birliğini hatırlatmak, din
ahlakını yaşamaya davet etmek için bir elçi gönderildiği şöyle bildirilmiştir:
...
Hiçbir ümmet yoktur ki, içinde bir uyarıcı gelip-geçmiş olmasın. (Fatır Suresi,
24)
Rabbimiz'in
insanlara elçiler ve hak kitaplar göndermiş olmasına rağmen bazı insanlar zaman
içinde aralarında anlaşmazlığa düşmüşler, hak din ahlakından uzaklaşmışlar ve
bazı sapkın ve batıl inanışlara uymuşlardır. Kimileri putperest inanışlar geliştirmişler,
toprağa, taşa, tahtaya, Ay'a, Güneş'e, sözde kötü ruhlara tapınma sapkınlığına
düşmüşlerdir. Nitekim günümüzde de, hak dine inananlar olduğu gibi halen
sapkınca ateşe, Ay'a, Güneş'e, tahta putlara tapanlar da vardır. Kimileri,
Allah'ın varlığını ve birliğini bilmelerine rağmen, Rabbimiz'e birtakım
ortaklar koşmuşlardır. Rabbimiz yine onlara elçiler göndermiş, aralarında
anlaşmazlığa düştükleri konularda hak olan hükmü kendilerine bildirmiş, batıl
inanışlarından arınıp hak din ahlakını yaşamaya onları davet etmiştir. Ve
tarihin her döneminde iman edenlerle etmeyenler, salih müminlerle sapkın
yollara uyanlar var olmuştur.
Tarih boyunca
yaşamış peygamberlerle birlikte iman edenler, son derece medeni koşullarda,
modern ve kaliteli bir yaşam sürmüşlerdir. Hz. Nuh döneminde de, Hz. İbrahim
döneminde de, Hz. Yusuf döneminde de, Hz. Musa döneminde de, Hz. Süleyman
döneminde de şimdiki gibi, toplumsal düzen içinde, modern bir hayat
yaşanmıştır. Her dönemde müminler namazlarını kılmış, oruçlarını tutmuş,
Allah'ın bildirdiği sınırları korumuş, helal ve temiz bir hayat yaşamışlardır.
Arkeolojik bulgularda elde edilen bilgilerin gösterdiği gelişmiş yaşam
standartlarının en güzeline, en asil ve en temizine, Allah'a iman eden salih
müminler sahip olmuşlardır. Yaşadıkları dönemin sağladığı her türlü imkanın en
iyisini peygamberler ve samimi müminler, Allah rızasına uygun olarak,
kullanmışlardır.
Nemrud dönemindeki
her türlü teknolojik gelişme Hz. İbrahim ve onunla birlikte iman eden müminler
tarafından en güzel şekilde kullanılmıştır. Firavunlar döneminde sahip olunan
teknik bilgi, Hz. Yusuf, Hz. Musa, Hz. Harun ve o dönemde yaşayan salih
müminlerin de hizmetinde olmuştur. Hz. Süleyman döneminde mimaride, sanatta,
ulaşımda elde edilen yüksek teknoloji en hikmetli şekilde kullanılmıştır.
Rabbimiz'in Hz. Süleyman'a lütfu olan zenginlik ve ihtişam, nesiller boyunca
hayranlık uyandırmıştır.
Unutmamak gerekir
ki, bundan yüz binlerce yıl önce yaşamış insanların da günümüz toplumlarının da
sahip olduğu her türlü bilgi ve imkan, Allah'ın insanlara bir lütfudur. Yüz
binlerce yıl önce medeniyetlerini kuranlar, on binlerce yıl önce mağara
duvarlarına estetik resimler yapanlar, piramitleri, zigguratları inşa edenler,
dev taş anıtlar meydana getirenler, Amazon ormanlarının en yüksek noktalarına
büyük yapılar yapanlar Allah'ın ilhamı ve öğretmesiyle bu eserleri meydana
getirmişlerdir. Günümüzde atomun alt parçacıklarını inceleyenler, uzaya araç
gönderenler, bilgisayarı en etkin şekilde kullananlar bunları, Allah dilediği
için yapabilmektedirler. İnsanların var oldukları günden bu yana sahip
oldukları her türlü bilgi, Allah'ın insanlara lütfu, kurdukları her medeniyet,
Rabbimiz'in eseridir.
Allah insanı yoktan
var etmiş ve ona dünya hayatı boyunca çeşitli imkanlar ve nimetler vermiştir.
Verilen her nimet insan için bir denemedir. Sahip olduğu medeniyetin,
teknolojinin ve imkanların Allah'ın birer lütfu olduğunu bilen, tüm bunlar için
Rabbimiz'e şükreden kullarına, Allah nimetlerini artırır:
Rabbiniz
şöyle buyurmuştu: "Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size
artırırım..." (İbrahim Suresi, 7)
Ve Allah salih
kullarını hem dünyada hem ahirette güzel bir şekilde yaşatır. Kuran'da bu
gerçek şöyle haber verilmiştir:
Erkek
olsun, kadın olsun, bir mümin olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç
şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını,
yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz. (Nahl Suresi, 97)
Bu ayetin bir
tecellisi olarak, tarih boyunca yaşayan tüm Müslümanlar yaşadıkları dönemin en
iyi imkanlarına sahip olmuşlar, medeni ve güzel bir yaşam sürmüşlerdir. Elbette
imtihan ortamının gereği olarak kimi zaman zorluk ve sıkıntılarla da
denenmişlerdir. Ancak bu sıkıntılar veya zor şartlar, medeni ve insanca bir
yaşam sürmedikleri anlamına gelmez. Allah'ı inkar eden, inkarlarında direnen,
güzel ahlakı yaşamayan ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranların sonu ise, ne
kadar zengin, refah ve ileri bir medeniyet de olsalar, hüsran olmuştur. Üstelik
bunların bir çoğu belki de günümüz toplumlarından dahi gelişmiş imkanlara sahip
olan toplumlardır. Bu gerçek Kuran'da şöyle haber verilmiştir:
Yeryüzünde
gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona
uğradıklarını görsünler. Onlar, güç bakımından kendilerinden daha üstün idiler,
toprağı alt-üst etmişler (ekmişler, madenler, sular arayıp çıkarmışlar) ve onu,
kendilerinin imar ettiğinden daha çok imar etmişlerdi. Elçileri de, onlara açık
delillerle gelmişti. Demek ki Allah onlara zulmetmiyordu, ancak onlar kendi
nefislerine zulmediyorlardı. (Rum Suresi, 9)
Kültürel
Birikim, Evrimsel Bir Süreç Yaşandığını Göstermez
Evrimcilerin
iddiası, ilk insanların sözde yarı maymun varlıklar olduğu, zaman içinde
fiziksel özellikleriyle birlikte zihinsel özelliklerinin de geliştiği,
kabiliyetler kazandıkları, medeniyetin bu nedenle evrimleşerek ilerlediğidir.
Bilimsel bulgulara dayanmayan bu iddiaya göre, sözde ilkel atalarımız hayvani
bir hayat yaşamışlar, insanlaştıkça medenileşmişler ve zihinleri geliştikçe
kültürel olarak ilerleme kaydetmişlerdir. Vücudu tamamen tüylerle kaplı,
üzerinde hayvan kürkleriyle ateş yakmaya çalışan, omuzlarında avladıkları
hayvanlarla su kenarında yürüyen, mağaraların içinde hırıltılar çıkararak
birbirleriyle anlaşmaya çalışan ilkel insan mizansenleri de bu bilim dışı
iddianın ortaya attığı hikayelerden ibarettir.
Fosil kayıtları, bu
hikayeyi desteklememektedir. Bilimsel bilgilerin gösterdiği sonuç, insanın
insan olarak yoktan yaratıldığı ve var olduğu ilk günden itibaren de insani bir
yaşam sürdüğüdür. Arkeolojik bulgular da, evrimcilerin yaptıkları kronolojiyi
hiçbir şekilde desteklememektedir. Evrimcilerin "insanların yeni yeni
konuşmayı öğrendiklerini" söyledikleri döneme ait olan arkeolojik
bulgular, gerçekte insanların mutfakları olduğunu, aile hayatı yaşadıklarını
göstermektedir. Evrimcilerin, "taş devri olarak iddia ettikleri"
dönemlerde, beyin ameliyatları yapıldığı ortaya çıkmıştır. Evrimcilerin,
"insanların sanatı bilmediklerini söyledikleri" dönemlere ait kazı
alanlarında ise süs eşyaları ve boya hammaddeleri bulunmuştur. Kitabın ilerleyen
bölümlerinde bunlar gibi pek çok örnek detaylı olarak incelenecektir.
Tüm bu örneklerin
gösterdiği gerçek, hiçbir zaman ilkel hayvani bir hayatın olmadığıdır.
Evrimcilerin öne sürdüğü gibi taşı taşla yontarak, taştan tahtadan başka hiçbir
alet kullanmadan medeniyet dışı bir yaşam yaşanmamıştır. Her dönemde iman
edenler insanca yaşamıştır. Her dönemde insana yakışacak gibi kıyafetler olmuş,
insana yakışacak şekilde tabaklar, kaplar, kaşıklar, çatallar kullanılmış,
insana yakışacak koşullarda oturulmuş, yatılmış, yemek yenmiş, sohbet edilmiş,
insana yakışacak yapılar inşa edilmiş, insana yakışacak sanat eserleri meydana
getirilmiştir. Doktorlar, öğretmenler, terziler, mühendisler, mimarlar,
sanatçılar olmuş, toplum düzeni sağlanmıştır. Akıl ve vicdan sahibi olanlar,
Allah'ın ilhamıyla, yeryüzündeki nimetlerden en güzel şekilde
faydalanmışlardır.
Ancak elbette tarih
boyunca teknolojik gelişme de yaşanmış, insanların bilgi birikimleri arttıkça
teknoloji değişiklikler göstermiş, yaşanılan ortamın koşullarına uygun olarak
yeni cihazlar geliştirilmiş, bilimsel buluşlar olmuş, kültürel değişimler
yaşanmıştır. Ancak insanlık tarihinde yaşanan bilgi birikimi ve teknolojik
ilerleme, evrimsel bir süreç yaşandığı anlamına gelmemektedir.
Bilginin sürekli
artması son derece olağan durumdur. Bir insanın sahip olduğu bilgi seviyesi
ilkokul çağında farklı, orta okul çağında farklı, üniversite çağında çok daha
farklıdır. Bir kişinin hayatı boyunca bilgi seviyesinin sürekli artması, onun
evrimsel bir süreç içinde olduğunu ve başı boş rastlantıların etkisiyle
ilerlediğini göstermez. Benzer bir durum toplum hayatı için de geçerlidir.
Toplumsal yaşamda da, ihtiyaçlar doğrultusunda yeni keşifler, buluşlar yapılır,
yeni mekanizmalar icat edilir, bir başka kişi bu mekanizmayı daha da
geliştirir. Sürekli kültür gelişimi yaşanır. Ancak bu, evrimsel bir süreç
değildir.