MAĞARA RESİMLERİNDEKİ ÜSTÜN BOYA TEKNİĞİ
Fransız Pireneleri'ndeki Niaux Mağarası,
eski dönemde yaşayan insanların yaptıkları birbirinden etkileyici resimlerle doludur.
Resimler üzerinde yapılan
karbon testleri bu eserlerin yaklaşık 14
bin yıl önce yapıldıklarını göstermektedir. Niaux Mağarası'ndaki
resimler 1906 yılında gün ışığına çıkarılmışlardır ve
o günden bu yana da detaylı
olarak incelenmektedirler. Mağaranın en süslü bölümü, Siyah Salon olarak adlandırılan
karanlık bir kesimdeki yüksek bir oyuktan oluşan köşedir.
Bizon, at, geyik ve dağ
keçisi resimlerinin olduğu bu
bölümle ilgili olarak, Modern İnsanın Kökeni kitabında Roger Lewin şu yorumu yapmaktadır: "... kompozisyonlar, yapılışlarında yaratıcılık ve bilincin etkili olduğu izlenimini vermektedir."
Bu
resimlerle ilgili bilim adamlarının ilgisini çeken en önemli unsurlardan biri de
kullanılan boyama tekniğidir. Yapılan
araştırmalar,
bu resimlerde doğal ve yerel kaynakların biraraya getirilerek özel karışımlar elde edildiğini göstermektedir. fiüphesiz bu, ilkellikten henüz çıkmış
varlıkların
yapamayacağı bir düşünme, planlama ve üretme yeteneğinin göstergesidir. Roger Lewin, bu boyama tekniğini şöyle
anlatmaktadır:
Boya yapımında kullanılan maddeler (pigmentler) ve mineral dolgu
maddeleri, Üst Paleolitik insanlarca özenle seçilerek, özel bir karışım
oluşturmak üzere 5-10 mikrona dek inceltiliyordu. Siyah boya, tahmin edileceği
gibi, odun kömürü ve manganezdioksitti. Ancak ilgi, daha çok, dolgu maddeleri
üzerine yoğunlaşmıştı. Dolgu maddeleri, renklere canlılık verdiği gibi, adından
da anlaşılacağı üzere, boyayı kalınlaştırmaya da yarar. Dört değişik türü
olduğu anlaşılan bu maddeleri, araştırmacılar birden dörde kadar
sıralamışlardır: Talk, barit, potasyum feldispat ve biyotit (mika) ağırlıklı
feldispat potasyum. Clottes ve arkadaşları bu dolgu maddelerini kendileri de
denemişler ve çok etkili olduğunu görmüşlerdir.
Görüldüğü gibi kullanılan teknik, son derece ileridir. Bu da açık bir gerçeği yeniden gözler önüne sermektedir:
Geçmişte ilkel olarak adlandırılan herhangi bir varlık yaşamamıştır. İnsan ilk var olduğu günden beri, düşünme, konuşma, akletme, kavrama, değerlendirme, plan yapma, üretme yeteneği olan üstün bir varlıktır. Resimlerini renklendirmek için
dolgu maddesi kullanan, bu dolgu maddelerini hazırlamak için tarik, barit, potasyum feldispat ve biyotit gibi kimyasalları başarıyla biraraya getiren kimselerin sözde maymunsuluktan yeni çıkmış, henüz medenileşmiş varlıklar olduklarını iddia etmek akla ve mantığa aykırıdır.
BLOMBOS MAĞARASI’NDA BULUNAN ESERLER, İNSANIN EVRİMİ SENARYOSUNU BİR KEZ
DAHA YIKIYOR!
Güney Afrika sahillerindeki Blombos Mağaralarında yapılan kazılarda elde edilen veriler, insanın evrimi senaryosunu bir kez daha alt üst etti. Daily Telegraph gazetesi
konuyla ilgili haberi, "Taş Devri Adamı O Kadar Saf Değilmiş" (Stone Age Man Wasn't So
Dumb) başlığıyla verdi. Birçok gazete ve dergide ise haber, "eski insanlarla ilgili
teorilerin tamamen değiştirilmesi gerektiği" şeklinde yorumlandı. Örneğin BBC News konuyu şu şekilde bildiriyordu: "Bilim adamları bu buluşun, modern düşünme yöntemlerinin tahmin edilenden çok daha önce gelişmiş olduğunu gösterdiğini düşünüyorlar."
Blombos Mağaralarında, bundan 80 bin -100 bin yıl öncesine ait toprak boya kalıpları bulunmuştu. Bu kalıpların hem vücut hem de sanat eserlerinin boyamasında kullanıldığı tahmin edilmekteydi. Bu buluştan önce bilim adamları, insanın düşünme, kavrama ve üretme yeteneğinin geliştiğini gösteren verilerin en erken 35 bin yıl önce ortaya çıktığını öne sürüyorlardı. Bulunan bu kalıplar ise söz konusu iddiayı tamamen sarstı. Evrimci bilim adamlarının sözde ilkel, hatta yarı maymunsu olarak nitelendirdikleri bu dönemin insanları, tıpkı günümüz insanları gibi kavrama ve üretme yeteneğine sahipti.
CHAUVET MAĞARASI’NDAKİ OLAĞANÜSTÜ RESİMLER
Chauvet Mağarası 1994 yılında keşfedildi ve bulunan resimler, bilim
dünyasında büyük yankı uyandırdı. Bundan önce Ardeche'deki sanat eserleri, Lascaux'daki 20 bin yıllık resimler ya da İspanya Altamira'daki 17 bin yıllık eserler de ilgi çekmişti ama Chauvet'deki eserler çok daha eski bir zamana aitti. Karbon-14
yöntemiyle yapılan tarihlendirme çalışmaları sonucunda, bu resimlerin yaklaşık 35 bin yıllık olduğu ortaya çıktı. National Geographic
dergisinde Chauvet'deki eserlerle ilgili şu yorum yapılmaktaydı:
Mağaranın ilk fotoğrafları uzmanlar kadar kamuoyunu da büyüledi. On yıllar boyunca akademisyenler sanatın ilkel çizimlerden canlı, natüralist resimlere doğru kademeli olarak ilerlediği kuramını ortaya koymuşlardı... Daha ünlü mağaralarda yer alan resimlerin yaklaşık iki katı yaşında olan Chauvet'deki resimler, sadece tarih öncesine ait sanatın bulunduğu en yüksek noktayı değil, aynı zamanda sanatın bilinen en eski başlangıcını temsil ediyordu. 16
LASCAUX MAĞARALARINDAKİ 16.500 YILLIK ASTRONOMİ HARİTALARI
Münih Üniversitesi'nden araştırmacı Dr. Micheal Rappenglueck, Lascaux Mağaralarında
yaptığı incelemeler neticesinde, bu mağaraların
duvarlarında yer alan resimlerin
astronomik anlamlar taşıyor
olabileceğini ortaya çıkarmıştır. Mağara
duvarlarında yer alan figürler,
fotogrametri yöntemi kullanılarak
bilgisayar ortamında yeniden yapılandırılmış ve
ortaya çıkan geometrik çizim,
dairelerin, açıların ve düz çizgilerin birer anlam taşıyor olabileceğini göstermiştir.
Bilgisayar ortamında yapılan hesaplamalara, ekliptik eğrilik, ekinoksun eksen sapması, yıldızların
düzenli hareketleri, Ay'ın ve
Güneş'in çap ve yarı çap ölçümleri, evrendeki kırılmalar
ve bastırılmalarla ilgili tüm değerler eklenmiştir. Ve yapılan
incelemeler sonucunda bu çizimlerin bazı yıldız
takımlarını ve Ay'ın
belirli hareketlerini işaret
ettiği görülmüştür.
BBC kanalı bilim ve teknik bölümü
konuyla ilgili şu bilgilere yer vermiştir:
Orta
Fransa'da bulunan Lascaux Mağaralarındaki ünlü duvar resimlerinde
tarih öncesine ait (gece) gökyüzü haritası keşfedildi. 16.500 yıllık tarihe
sahip olduğu tahmin edilen harita, günümüzde Yaz Üçgeni (summer
triangle) olarak bilinen üç parlak yıldızı gösteriyor. Lascaux
çizimleri arasında ayrıca, Pleidas yıldız kümesinin de haritası
bulundu... 1940'larda keşfedilen duvarlar atalarımızın
sanatsal kabiliyetini gösteriyordu. Ancak bugün artık söz konusu çizimlerin,
onların
bilimsel bilgi seviyesini de gösterdiği anlaşılmıştır.
Darwinistlerin
iddialarına göre, bu resimleri
yapanlar sözde ağaçlardan henüz inmiş, zihinsel gelişimlerini henüz tamamlamaya başlamış
varlıklardır.
Ancak gerek bu resimlerin sanatsal değerleri,
gerekse son araştırmaların
gösterdiği neticeler, evrimcilerin
bu iddialarını geçersiz kılmaktadır. Söz konusu resimleri yapanlar hem üstün bir
estetik anlayışa, hem gelişmiş
sanat tekniğine, hem de araştırmaların gösterdiğine
göre bilimsel bilgiye sahip insanlardır.
KUZEY
AFRİKA’DAKİ KAYA KABARTMALARI VE RESİMLERİ, EVRİMCİLERİ HAYRETE DÜŞÜRÜYOR
Yaklaşık 7 bin yıllık olan bu zürafa kabartmaları, görenlere "sürünün hareket halinde olduğu hissini" verecek mükemmellikte yapılmış. Bu
eserin düşünebilen, muhakeme yeteneği olan, kendisini ifade edebilen, üretebilen,
sanat anlayışı olan insanların ürünü olduğu
çok açıktır.
Yine
yaklaşık 7 bin yıllık olan bu resimde, müzik aleti çalan bir adam
görülmektedir. Yandaki diğer
resimde de, Botswana'da yaşayan
Dzu yerlilerinden biri benzer bir müzik aletini çalarken görülmektedir. 7 bin yıl önce kullanılan bir müzik aletinin çok benzerinin bugün halen
kullanılıyor
olması dikkat çekici bir durumdur. Bu, Darwinistlerin
iddiasını yıkan örneklerden biridir. Darwinizm'in iddia ettiği gibi medeniyet hep ileri gitmemekte kimi zaman
da binlerce yıl aynı şekilde
kalmaktadır. Bu adam 7 bin yıldır
var olan bir müzik aletini kullanmaya devam ederken, dünyanın öbür ucunda en gelişmiş
müzik aletleriyle senfoniler bestelenmekte, her iki kültür de aynı dönemde yaşanmaktadır.
TARİHİN İLK ŞEHRİ OLARAK KABUL EDİLEN Ç ATALHÖYÜK, EVRİMİ REDDEDİYOR
MÖ
9000 yılına
ait olduğu kabul edilen
Çatalhöyük, tarihin ilk şehirlerinden
biri olarak nitelendirilmektedir. İlk
buluntularla birlikte, arkeoloji dünyasında
büyük tartışmalar başlamış,
evrimci iddiaların bir kez daha geçersizliği görülmüştür.
Arkeolog James Melaart -kendisini de
hayrete düşüren- bölgedeki gelişmişliği şu şekilde anlatmaktadır:
Neolitik dönemin önde gelen toplumlarından biri olan Çatalhöyük'teki
gelişmiş toplumun sahip olduğu teknolojik özellikler hayrete düşürücüdür...
Örneğin, obsidyen (sert bir volkanik cam türü) bir aynayı nasıl olup da hiç
çizmeden parlatmışlardır, ya da taş boncuklarda günümüzün çelik iğnelerinin
dahi açmakta zorlanacağı delikleri açmayı nasıl başarmışlardır? Ne zaman ve
nasıl bakırı, kurşunu ve diğer metalleri eritmeyi öğrenmişlerdir?
Bulgular
Çatalhöyük'te yaşayan insanların gelişmiş şehircilik
anlayışına, planlama, tasarlama, hesaplama yapma
kabiliyetine sahip olduklarını, sanat anlayışlarının ise tahmin edilenden çok daha ileri olduğunu göstermiştir.
Kazı ekibinin günümüzdeki lideri Prof. Ian Hodder,
burada elde edilen bulguların
evrimci iddiaları geçersiz kıldığını şöyle
ifade etmektedir:
Nereden geldiği belli olmayan şaşırtıcı bir sanatları var.
Çatalhöyük'ün coğrafi konumunu da açıklamak bayağı zor. Dönemine ait yerleşim
yöreleriyle doğrudan bir coğrafi bağlantısı yok... Ortaya çıkarılan sıvaüstü
resimler dönemine göre çok ileri. Bu insanlar bu sanat seviyesine neden ve
nasıl ulaştılar?... Sorulması gereken esas soru bu: Bir grup insan nasıl olup
da bu kadar muazzam bir kültürel başarı sağlayabiliyor? Aniden ve yoktan son
derece önemli sanat eserleri oluşturmuşlar... Bildiğimiz kadarıyla Çatalhöyük'te
elde edilen kültürel gelişmede bir evrim bulunmuyor.19
EVRİMCİLERİ ŞAŞIRTAN 400 BİN YILLIK MIZRAKLAR
Almanya'nın Schöningen şehrinde 1995 yılında, Alman arkeolog Hartmut Thieme
tarafından birtakım ahşap kalıntılar bulundu. Bunlar, dikkatlice ve
özenle yapılmış mızraklardı, yani bulunan en eski tarihli avlanma aracıydılar. Bu buluntular, evrimciler arasında büyük şaşkınlığa neden oldu, çünkü evrimci görüşe göre sistematik avlanma modern insanın ortaya çıktığı varsayılan bundan yaklaşık 40 bin yıl öncesinde başlamış olmalıydı. Hatta bu hikayeye uygun olması için daha önce bulunan Clacton ve Lehringen mızrakları göz ardı edilmiş, bunların sadece yeri kazmakta kullanılan sopalar veya kar sondaları olduğu iddia edilerek, yaşları küçültülmüş ve evrim yalanı devam ettirilmeye çalışılmıştı.
Mızrakların tarihleri ise çok daha eskiyi
gösteriyordu: Yaklaşık 400 bin yıl öncesini... Üstelik Schöningen mızraklarının yaşı o kadar kesindi ki,
konuyla ilgili Nature dergisinde yazısı yayınlanan Sheffield Üniversitesi arkeologlarından Robin Dennell, bu mızrakların yaşını değiştirmenin ya da bunlarla ilgili
sahte yorumlarda bulunmanın mümkün olmadığını şöyle ifade ediyordu:
Ama Schöningen buluntuları hiçbir şüpheye
yer bırakmayacak
şekilde mızraktırlar,
bunları kar
sondası veya
kazı sopaları olarak
nitelendirmek, elektrikli matkapların kağıt ağırlığı olduğunu
iddia etmekten farklı değildir.21
Bu mızrakların evrimci bilim adamlarını şaşırtmasının
bir nedeni de, mızrakların yapılabilmesi
için gerekli olan planlama, hesaplama, üretme yeteneklerinin o dönemde yaşayan sözde ilkel insanlarda olmadığı yanılgısıdır. Oysa bu mızraklar,
plan yapabilen, hesap yapabilen, aşamalı düşünebilen
bir zihnin ürünleridir. Her bir mızrak
için yaklaşık 30 yaşındaki ladin ağacının gövdesi kullanılmıştır ve her bir mızrağın uç
kısmı ağacın en
sert olan yerinden yani tabanından
yapılmıştır. Her bir mızrak,
tıpkı
modern ciritlerde olduğu
gibi eşit oranla tasarlanmıştır; ağırlık
merkezi, uç noktanın 1/3 uzaklığındadır.
Tüm bu bilgiler karşısında Robin Dennell şu yorumu yapmaktadır:
Bu mızraklar, önemli bir zaman ve kabiliyet yatırımı –uygun ağacın
seçilmesi, biçimin belirlenmesi ve en son aşamada gerekli şekillendirmenin
tasarlanması. Diğer bir deyişle, bu insanlar gelişigüzel "beş dakikalık
bir kültürle" yaşamıyorlardı. Daha ziyade, derin bir planlama, gelişmiş
bir tasarım ve ahşabı şekillendirmek için sabır görüyoruz ve tüm bunlar, sadece
modern insanlarda görebildiğimiz özellikler.
Mızrakları bulan arkeolog Thieme ise şunları söylemektedir:
Orta Pleistosen gibi erken bir çağda böyle gelişmiş mızrakların
kullanılmış olması, eski insan tavırları ve kültürleri hakkındaki pek çok
teoriyi yeniden gözden geçirmemizi gerektirmektedir.
Hartmut Thieme ve Robin Donnell'in
de ifade ettikleri gibi, Darwinistlerin insanlık tarihiyle ilgili öne sürdükleri iddialar gerçekleri ifade etmemektedir.
Gerçek şudur; insanlık hiçbir zaman evrim geçirmemiştir. Geçmişte geri medeniyetler olduğu gibi son derece gelişmiş ve ileri medeniyetler de yaşamıştır.
URFA, GÖBEKLİ TEPE’DEKİ MEDENİYET İZLERİ
Urfa yakınlarındaki Göbekli Tepe'deki kazılarda, bilim adamları tarafından
"olağanüstü ve benzersiz"
olarak nitelendirilen buluntular elde edilmiş, üzerinde hayvan rölyeflerinin olduğu, çapı 20
metreyi, boyu insan boyunu aşan
dev T şeklinde sütunlar ortaya çıkarılmıştır.
Bu sütunlar dairesel olarak dizilmişlerdir.
Bilim dünyasını asıl
etkileyen özellik ise, bu alanın yaşıdır:
Göbekli Tepe'deki alan günümüzden 11 bin yıl önce inşa
edilmiştir. Evrimci iddiaya göre, dönemin insanları ilkel taş
aletlerle bu görkemli yapıyı inşa
etmişlerdir. Bu yanılgıya
göre, söz konusu mühendislik harikası,
bundan 11 bin yıl önce en ilkel araçlarla
çalışan toplayıcı-avcı
insanların eseridir. Elbette bu
inanılması
mümkün olmayan bir hikayedir. Nitekim Göbekli Tepe'deki kazı ekibinin başkanlığını
yürüten Prof. Klaus Schmidt de bu gerçeği
ifade etmektedir:
O dönemde yaşayan insanların tıpkı bu gün olduğu gibi düşünme
kapasiteleri olduğu görülmektedir. Hep düşündüğümüz gibi ilkel insanlar
değillerdir. Ağaçtan inip uygarlık kurmaya çalışan maymun benzeri yaratıklar
oldukları düşünülmemelidir. Zeka yönünden bakacak olursak bize benzedikleri
görülmektedir.
Arkeolog Klaus Schmidt, bu dev boyuttaki taşların o günün koşullarında nasıl taşındıklarını, nasıl şekillendirildiklerini ortaya çıkarabilmek için kazı ekibiyle birlikte küçük bir deney
yapmıştır. Bu deneyde, makinelerin yardımı olmaksızın, sadece sözde tarih öncesi
insanların kullandığı ilkel aletlerle devasa bir kaya bloğunu işlemeye çalışmışlar ve çok kısa bir mesafeye taşımayı denemişlerdir. Gerçeklerine oranla daha
küçük bir kaya bloğu üzerinde çalışmayı tercih etmişlerdir. Ekibin bir kısmı kütükler, ipler ve kol güçleriyle
doğal ve basit kaldıraçlar yaparak taş üzerinde çalışmaya başlamış, diğerleri de ellerinde taşlarla MÖ 9000 yılında yaşayan taş ustaları gibi sert bir zeminde oluk açmaya
çalışmışlardır. (Evrimci tarih anlayışına göre, o günlerde metal araçlar olmadığından, taş devrinin insanlarının sert ve keskin uçlu çakmak taşını kullandığına inanılmaktadır.) Taşı oymaya çalışan işçilerin 2 saat boyunca durmaksızın devam eden çalışmaları sonucunda, ortaya sadece belli
belirsiz bir hat çıkmıştır. Taşı taşımaya çalışan ekibin 4 saatlik yoğun çalışması neticesinde ise, 12 adam ağır kaya bloğunu sadece 7 metre hareket
ettirmeyi başarabilmişlerdir. Yapılan bu deney sonucunda tek bir taş çember alanı oluşturmak için yüzlerce işçinin aylarca çalışması gerektiği ortaya çıkmıştır. Bu basit deney bile açıkça ortaya koymaktadır ki, dönemin insanları evrimci bilim adamlarının ileri sürdüğü gibi ilkel koşullara değil, çok büyük ihtimalle son derece gelişmiş imkanlara sahiptiler.
Evrimci
anlayışın bir diğer
çelişkisi de bu eserlerin meydana getirildiği dönemi, "çanak çömleksiz Neolitik çağ" olarak adlandırmalarıdır. Bu gerçek dışı yoruma göre, bu dönemin insanları henüz çanak çömlek yapacak teknolojiye ulaşmamışlardı. Heykeller yapabiliyor, dev taşları taşıyabiliyor, bunları estetik sütunlar haline getirebiliyor, bunların üzerlerine hayvan kabartmaları işleyebiliyor,
duvarları resimle süsleyebiliyor,
mühendislik ve mimari bilgiyi kullanabiliyor ama henüz çanak çömlek yapmayı bilmiyorlar demek, sadece evrimci ön yargıları
savunabilmek için ısrarla söylenen bir kandırmacadır.
Kuşkusuz ki sözü edilen eserler bu insanların tahmin edilenden çok daha ileri bir ilme,
teknolojiye ve medeniyete sahip olduklarını göstermektedir. Bu T şeklindeki büyük sütunların, nasıl işlendiğinin,
oraya nasıl getirildiğinin açıklaması olması
gerekir. Bu da söz konusu insanların
iddia edildiği gibi ilkel olmadıklarını gözler önüne sermektedir. Nitekim Bilim Teknik
dergisinde yer alan bir haberde, Göbekli Tepe'de elde edilen buluntuların, insanlık
tarihine dair yaygın bir yanılgıyı açığa çıkardığı
ifade edilmektedir: "Bu yeni veriler, insanlık tarihine ilişkin önemli bir yanılgıyı ortaya koyuyor." Bu yanılgı,
insanlık tarihinin evrim aldatmacası doğrultusunda
yorumlanmasıdır.
8 BİN YIL ÖNCE PROFESYONEL YÖNTEMLERLE DİŞ TEDAVİSİ YAPILIYORDU
Pakistan'da
yapılan kazı çalışmaları
bundan 8 bin yıldan çok daha uzun yıllar önce, dişçilerin diş
çürümelerini dolguyla tedavi ettiklerini göstermiştir. Columbia Üniversitesi arkeologlarından Andrea Cucina, Pakistan'da yürüttüğü kazı çalışmalarında
bundan 8-9 bin yıl öncesine ait kesici dişlerde küçük delikler fark etmiştir. Yaklaşık
2.5 mm çapındaki bu küçük deliklerin
muntazamlığından etkilenen Cucina,
konuyla ilgili araştırmalarını derinleştirmiştir. Daha sonra elektron mikroskopları kullanılarak
yapılan incelemeler, söz konusu minik deliklerin
bakteriler tarafından meydana
getirilemeyecek kadar düzgün olduklarını ortaya koymuştur. Yani bunlar bakteriler tarafından meydana getirilen delikler değil, bilinçli müdahale ile oluşturulan, tedavi amaçlı deliklerdir. Minik deliklerin bulunduğu dişlerin
hiçbirinde, herhangi bir çürük izine de rastlanmamıştır.
Bu da, New Scientist dergisinin ifadesiyle, "Tarih öncesi dişçilerinin, işlerinde ne kadar başarılı olduklarının bir delilidir."
Evrimci görüşe göre bu dönem, sözde insanların maymunlardan daha henüz ayrıldıkları, son derece ilkel koşullarda yaşadıkları, hatta çanak çömlek yapmayı dahi yeni yeni belli bölgelerde öğrendikleri bir dönemdir. Evrimcilere göre böylesine ilkel koşullarda yaşayan insanların nasıl olup da, ellerinde hiçbir
teknoloji olmadan, birtakım taş aletlerle dişlerde muntazam delikler açıp dolgular yaptıkları ise bir muammadır. Açıktır ki, diş tedavisini gerçekleştiren bu insanlar ne ilkeldir ne de ilkel koşullara sahiptirler. Tam tersine, hastalığı teşhis edebilecek, tedavi yöntemleri
ortaya koyabilecek düşünce yapısına ve bu yöntemleri başarıyla uygulayabilecek teknik
imkanlara sahiptirler. Bu da -bir kez daha- Darwinistlerin, toplumların ilkellikten modernliğe doğru sürekli evrimleştiği yanılgısını geçersiz kılmaktadır.
ESKİ İNSANLARIN MÜZİK TUTKUSU
Sanatın her dalı gibi müzik de sadece insana hastır. Bundan yaklaşık 100 bin yıl önce yaşamış olan insanların müziğe karşı olan ilgisi, söz
konusu kişilerin günümüz insanlarıyla hemen hemen aynı zevklere sahip olduğunun bir başka göstergesidir. Bilinen en eski
müzik aleti Libya'nın Haua Fteah isimli yöresinde
bulunan ve 70.000 ile 80.000 yıllık olduğu tahmin edilen kuş kemiğinden yapılmış bir flüttür.27 Ayrıca Doğu Kırım'da incelemelerin yapıldığı Prolom II isimli
sitede 41 tane düdük bulunmuştur.28 Prolom II sitesinin
ise 90.000 ila 100.000 yıl öncesine dayandığı keşfedilmiştir.29
Ancak bu dönemin insanlarının müzik bilgisi bununla da
kalmamaktadır. Bir müzikolog olan Bob Fink,
Kuzey Yugoslavya'daki bir mağarada arkeolog Ivan Turk tarafından 1995 Temmuzu'nda bulunan, bir ayının uyluk kemiğinden yapılmış olan eski bir kemik flütteki delikleri analiz etti. Karbon testine göre yaşının 43.000 ile 67.000 yıl arasında olduğu düşünülen bu aletin 4 nota çıkardığını ve flütte yarım tonlar ve tam tonların da olduğunu tespit etti. Bu keşif, sözkonusu insanların Batı müziğinin temel formu olan yedi nota ölçüsünü kullandıklarını göstermektedir. Flütü inceleyen Fink, "eski flütün üzerindeki ikinci
ve üçüncü delikler arasındaki mesafenin, üçüncü ve dördüncü
delikler arasındaki mesafenin iki katı" olduğunu belirtmektedir. Bunun anlamı birinci mesafenin tam notayı, ona komşu olan mesafenin de yarım notayı temsil ettiğidir. "Bu üç nota inkar edilemez bir şekilde diatonik ve modern yahut antika olsun standart diatonik bir
ölçekteki gibi ses çıkarır"30 diyen Fink, bunları kullananların müzik kulağı ve bilgisi olan insanlar olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur.
Bütün bu eserler ve arkeolojik buluntular evrim
teorisi tarafından açıklanması
mümkün olmayan pek çok soruyu gündeme getirmektedir. İnsanların
maymunlarla ortak bir atadan geldikleri yanılgısını
savunan Darwinizm bu soruların
hiçbirini açıklayamaz. Örneğin, on binlerce yıl önce sözde hırıltılar çıkarıp, hayvani bir yaşam sürdüğünü
iddia ettikleri maymunumsu varlıkların neden ve nasıl sosyalleşmeye
başladıkları sorusu evrimciler için çok büyük bir açmazdır. Bu maymunumsuların neden ağaçlardan
yere indikleri, nasıl
iki ayakları üzerinde durmaya başladıkları, akıllarının ve
yeteneklerinin ne şekilde geliştiği
gibi sorular karşısında evrim teorisi bilimsel ve akılcı
cevaplar veremez. Bu konuda ileri sürülen açıklamalar yalnızca birtakım ön
yargılardan ve hayal ürünü hikayelerden ibarettir.
Evrimcilere
"Dallardan dallara atlayarak dolaşan
maymunlar, ne olmuştur da yere inmeye karar
vermişlerdir?" diye sorarsanız, bunu iklim koşullarının gereği
diye cevaplarlar. "Diğer
maymunlar da onları taklit ederek yere
inebilecekken, neden dallarda dolaşmayı tercih etmişlerdir?
Ya da bu iklim koşulları neden sadece bir kısım
maymunu etkilemiştir? Aynı iklim koşullarında yaşayan
diğer maymunları
yere inmekten alıkoyan nedir?" gibi
ilk planda aklınıza gelen pek çok soru ise evrim teorisi tarafından akılcı ve mantıklı bir şekilde
cevaplanamaz. "Yere inen maymunlar nasıl olmuştur
da iki ayakları üzerinde yürümeye başlamışlardır?" diye bir soru sorarsanız evrimciler bu soruya da kendilerince farklı açıklamalar
getirmeye çalışırlar. Örneğin bazı
evrimciler, diğer güçlü hayvanlardan
korunma ihtiyacı nedeniyle bu
maymunumsuların arka ayakları üzerinde dik durmaya karar verdiklerini
söylerler. Ama bu açıklamaların hiçbiri bilimsel değildir.
Öncelikle iki ayaklılığın evrimi diye bir şey söz konusu bile değildir. İnsan iki ayağı üzerinde dik yürür. Bu, başka hiçbir canlıda rastlanmayan, çok özel bir hareket şeklidir. Burada belirtilmesi gereken en önemli noktalardan biri iki
ayaklılığın bir avantaj olmadığıdır. Zira, maymunların hareket şekli insanın iki ayaklı yürüyüşünden daha kolay, hızlı ve verimlidir. İnsan ne bir şempanze gibi ağaçlar arasında daldan dala atlayarak ilerleyebilir, ne de bir çita gibi
saatte 125 km. hızla koşabilir. Aksine insan, iki ayağı üzerinde yürüdüğü için, yerde çok daha yavaş bir biçimde hareket edebilir ve bu nedenle doğadaki canlıların en savunmasızlarından biridir. Dolayısıyla, evrim
teorisinin kendi mantığına göre, maymunların iki ayaklı
yürümeye yönelmelerinin hiçbir anlamı yoktur. Aksine, evrimin hikayelerine göre
insanlar dört ayaklı hale gelmelidirler.
Evrimci iddianın bir diğer çıkmazı ise, iki ayaklılığın Darwinizm'in "aşama aşama gelişme" modeline kesinlikle uymamasıdır. Evrimin temelini oluşturan bu model, evrimin bir aşamasında iki ayaklılıkla dört ayaklılık arasında "karma" bir
yürüyüş olmasını zorunlu kılar. Oysa İngiliz paleoantropolog Robin Crompton, 1996 yılında bilgisayar yardımıyla
yaptığı araştırmalarda bu çeşit bir "karma" yürüyüşün imkansız olduğunu göstermiştir. Crompton'un vardığı sonuç şudur: Bir canlı ya tam dik, ya da
tam dört ayağı üzerinde yürüyebilir.31 Bu ikisinin arası bir yürüyüş biçimi, enerji kullanımının aşırı derecede artması nedeniyle mümkün olmamaktadır. Bu yüzden yarı-iki
ayaklı bir canlının var olması mümkün değildir.
Bu sözde ilkel varlıkların nasıl akıllı ve sosyal davranışlar geliştirdikleri sorusunun cevabı da evrimcilerin hezeyanlarına göre, toplu halde yaşadıkları, böylece akıllı ve sosyal davranışlar geliştirdikleridir. Oysa sürü halinde yaşayan yalnızca bu sözde ilkel varlıklar değildir. Goriller, şempanzeler, maymunlar ve daha pek çok hayvan türü sürüler halinde yaşamaktadır. Ama bunların hiçbiri insanlar gibi akıllı ve sosyal davranışlar geliştirmemiştir. Hiçbiri sanatsal yapılar inşa etmemiş, astronomiyle ilgilenmemiş, dev anıtlar yapmamış, kısaca akıl ve yetenek sergileyememiştir. Çünkü akıllı ve bilinçli davranış yalnızca insanlara has özelliklerdir. Geçmişten günümüze izi kalan tüm bu eserler de, bizler gibi akıl ve şuura sahip, hesaplama, planlama,
üretme yeteneği olan insanlar tarafından meydana getirilmiştir. Bu insanların ilkel koşullarda yaşadıkları iddiası ise bizzat arkeolojik bulgular tarafından yalanlanmaktadır.
EV RİMCİLERİN ÖNE SÜRDÜĞÜ İNSANLIK TARİHİ TABLOSUNU YALANLAYAN BULGULAR
Arkeolog Michael A. Cremo ve
Richard L. Thompson tarafından hazırlanan Forbidden Archeology
(Yasaklanmış Arkeoloji) kitabında sunulan deliller, evrimcilerin öne sürdükleri insanın tarihi tablosunu alt üst etmektedir. Bu bulgular, evrimci anlayışa göre, hiç umulmadık dönemlerde umulmadık kalıntıları ortaya koymaktadır. Örneğin, 1950'lerde Kanada Ulusal
Müzesi'nden araştırmacı Thomas E. Lee, Huron Gölü
kuzeyinde, Sheguiandah'daki buzulların bıraktığı tortuların içinde gelişmiş taş aletler bulmuştur. Bunların yaşlarının 65 bin ile 125 bin arasında olduğu meydana çıkınca, araştırma sonuçlarının yayınlanması ertelenmiştir. Çünkü bilim dünyasına hakim olan yanılgıya göre, Kuzey Amerika'ya ilk insanların gelişi 120 bin yıl önce Sibirya'dan olmuştu ve bunun daha önce olduğunun iddia edilmesi mümkün değildi.
Kitapta verilen bir başka örnek de şöyledir: Arjantin, Miramar'da
arkeolog Carlos, Ameghino Pliosen dönemine ait bozulmamış 3 milyon yıllık oluşumlarda bola taşları bulmuştur. Aynı katmanda, artık Güney Amerika'da soyu tükenmiş bir Güney Amerika memelisi kemiği bulmuştur. Bu kemiğin içine gömülü durumda bir çakmak taşı ok ucu da vardı. Daha sonra bir başka araştırmacı aynı oluşumun içinde bir insan çenesi parçası buldu. Oysa Darwinistlere göre, bola taşları ve ok uçları yapabilen insanlar ancak 100-150 bin yıl önce ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla, 3 milyon yıl öncesine ait bola taşları, bu taşların içinde bulunan kemikler ve ok ucu
evrimciler için açıklanması mümkün olmayan bulgulardır. Ve bu durum evrim teorisinin bilimsel bulgularla çeliştiğini bir kez daha göstermektedir.
İngiliz araştırmacı-yazar Michael Baigent ise Ancient Traces (Antik İzler) kitabında, 1891 yılında 260-320 milyon yıllık bir altın zincirin bulunduğunu anlatmaktadır. Bu zincirin 8 karat altın ve 16 karat başka bir metalin alışımından yapılmış olduğu anlaşılmıştır. Bir kömür parçasının içinden çıkan bu altın zincirin orta kısmı iyice eskiyip aşınmış, ama uç kısımları sağlam durumdadır ve iki ucu birbirine sıkıca bağlıdır. Aşınmış kısımın, kömür içine iyice işlemiş izi de vardır. Tüm bunlar, bulunan zincirin, kömür parçası kadar eski olduğunu göstermektedir. Kömürün çıkarıldığı madendeki yatakların tarihi ise 260-320 milyon yıl arasındadır.34 Evrimcilerin, insanın dahi olmadığını iddia ettikleri bir dönemde, medeniyetin önemli göstergelerinden biri olan
altın takının bulunması, evrimcilerin çizdiği insanlık tarihi tablosunu yerle bir
etmektedir.
Bir toplumun mücevher kullanması, süs eşyaları meydana getirmesi, o toplumun medeni bir yaşam sürdüğünün önemli delillerindendir.
Üstelik altın zincirin yapılabilmesi hem uzmanlık hem de teknik donanım gerektiren bir iştir. Taştan aletler kullanarak ham altından düzgün bir zincir meydana getirilemez. Açıktır ki, günümüzden milyonlarca yıl önce yaşayan insanlar da, takı ve mücevheri biliyor, estetikten zevk alıyor, insani bir yaşam sürüyorlardı.
İnsanlık tarihinin evrimi teorisini yıkan bulgulardan biri de, 387 milyon yıllık olduğu tahmin edilen demir çivi parçasıdır. Sir David Brewster tarafından British Association for the Advancement of Science (İngiliz Bilimsel Gelişme Birliği)'ne sunulan raporda yer alan
bilgiye göre, çivi kum taşı içinde bulunmuştur. Kum taşının çıkarılmış olduğu taş yatağı Erken Devonian
dönemine aittir, yaklaşık 387 milyon yaşındadır.
Burada sadece birkaç örneğine yer verdiğimiz bulgular, insanın evrimcilerin iddia ettiği gibi hiçbir zaman yarı hayvan-yarı insan bir varlık olmadığını, asla hayvani bir yaşam sürmediğini göstermektedir. Micheal
Baigent, benzer örnekleri saydıktan sonra konuyla ilgili şöyle bir yorum yapmaktadır:
... Açıktır ki, bu verilerin hiçbiri
dünya tarihiyle ilgili klasik tutucu bilimsel anlayış tarafından açıklanamaz...
Aslında bu
deliller -sadece örneklerini incelediklerimizden bir teki bile-, göstermektedir
ki, modern insan yeryüzünde çok uzun zamandan beri yaşamaktadır.
Baigent'in klasik tutucu olarak
nitelediği evrimci zihniyet, gerçekten de bu
bulgular karşısında çaresizdir. Arkeoloji tarihi, bu gibi binlerce örnekle doludur. Ancak
evrimci zihniyet bu önemli örnekleri özenle halktan gizler, kendisi de göz ardı eder. Darwinistler ideolojilerini ne kadar ayakta tutmaya çalışsalar da, evrimin bir yalan olduğu Yaratılış'ın ise reddedilmesi mümkün olmayan
bilimsel bir gerçek olduğu tüm delilleriyle ortadadır. Allah insanı yoktan yaratmış, ona ruhundan üflemiş ve bilmediklerini öğretmiştir. Allah'ın ilhamıyla insan, var olduğu ilk günden bu yana insan gibi bir hayat sürmüştür.
“AYN GEV 1” KAZI ALANINDA ELDE
EDİLEN BULGULAR, TARİHİN EVRİMİ TEZİNİ YALANLIYOR
Yapılan araştırmalar, binlerce yıl önce yaşayan insanların, günümüzde köylerde kullanılan aletlerin benzerlerini kullandıklarını ortaya koymaktadır. Bugünkü Filistin topraklarında MÖ 15.000'e ait olan "Ayn Gev 1" adlı kazı yerinde, konut olarak kullanılan yuvarlak bir kulübenin temellerinde tahıl öğütme taşları, taş bir havan ve oraklar bulunmuştur. Bu aletlerin en eskileri MÖ 50.000 seneden daha evvelki zamanlara
aittir.
Kazılarda bulunan bütün bu objeler, insanoğlunun ihtiyaçlarının her dönemde aynı olduğunu ve -sahip oldukları teknolojiyle doğru orantılı olmakla birlikte- buldukları çözümlerin de birbirine benzediğini gözler önüne sermektedir. Tahıl öğütme taşları, havan, orak gibi günümüzde çeşitli köylerde en çok kullanılan ve ihtiyaç duyulan aletler o dönemde de kullanılmışlardır.
GEÇMİŞ MEDENİYETLERİN HAYRANLIK UYANDIRAN İZLERİ
August Comte, Herbert Spencer, Lewis
Henry Morgan gibi ideologlar tarafından farklı dönemlerde ortaya atılan ve daha sonra Charles Darwin'in teorisiyle birleştirilen, sosyo-kültürel evrim kavramının yanılgılarına göre, tüm toplumlar ilkellikten medeniyete doğru bir evrim geçirmektedir. 19. yüzyılın sonlarında gelişen ve Birinci Dünya Savaşı döneminde etkisini gittikçe artıran bu yanılgı, ilerleyen yıllarda ırkçılık, sömürgecilik, öjeni gibi bir çok acımasız akım ve uygulamanın sözde bilimsel temelini oluşturdu. Dünyanın değişik bölgelerinde yaşayan farklı kültürlere, renklere, fiziksel
özelliklere sahip çeşitli toplumlar, bu bilim dışı anlayış öne sürülerek insanlık dışı muamelelere tabi
tutuldu.
Adam Ferguson, John Millar, Adam Smith gibi yazarlar ve düşünürler tüm
toplumların dört temel aşamadan geçerek sözde evrimleştiklerini öne
sürüyorlardı. Bu dört aşama şunlardı: Avcılık ve toplama, hayvancılık, tarım ve
son olarak da ticaret. Evrimci iddialara göre sözde maymunsuluktan yeni
kurtulan ilkel insan yaptığı basit aletlerle sadece avlanıyor ve etraftaki bitkileri,
yemişleri vs. topluyordu, zihni ve yetenekleri biraz daha ilerledikçe evcil
hayvan yetiştirmeye başladı, daha sonra tarımla uğraşabilecek kadar gelişti ve
en son olarak da ticaretle uğraşabilecek zeka ve yetenek kapasitesine ulaştı.
Ancak arkeoloji ve antropoloji gibi bilim dallarında yaşanan gelişmeler ve elde
edilen bulgular, "kültürel ve toplumsal evrim hikayesinin" bu temel
iddiasının bir geçerliliğinin olmadığını ortaya koydu. Tüm bunlar yalnızca
materyalistlerin, insanı akılsız hayvanlardan evrimleşmiş bir canlı gibi
gösterme ve felsefi olarak inandıkları bu masalı bilimde yerleştirme
çabalarından başka bir şey değildi.
Açıktır ki, insanların avcılıkla ya da tarımla geçimlerini sağlamış
olmaları, onların zihinsel yetenekleri açısından daha ileri ya da geri
olduklarını göstermez. Yani, avcılıkla geçinen bir toplum daha geri ve zihinsel
olarak maymunlara sözde daha yakın olduğu için avcılıkla uğraşmaz. Ya da bir
toplumun tarımla uğraşması onun maymunsuluktan iyice uzaklaştığı anlamına
gelmez. Toplumların uğraşıları, insanların bir başka canlıdan türediğini
gösteren unsurlar da değildir. Bu uğraşılar, sözde evrimsel bir süreçle
zihinsel ve yetenek olarak daha gelişmiş bireyler meydana getirmez, yeni bir
canlı türü ortaya çıkaramaz. Günümüzde de teknolojik olarak geri kalmış pek çok
kabile, yalnızca avcılık ve toplayıcılıkla uğraşmaktadır. Ancak bu durum
onların, daha az insan olduklarını kesinlikle göstermez. Aynı durum bundan yüz
binlerce yıl önce yaşayan insanlar için olduğu gibi, bundan on binlerce yıl
sonra yaşayacak insanlar için de geçerlidir. Ne geçmişte yaşayanlar ilkel
insanlardır, ne de gelecekte yaşayanlar daha gelişmiş farklı bir tür olacaktır.
Yaşam şekli açısından toplumlara evrimsel bir medeniyet tarihi çizmek
bilimsel olmayan bir bakış açısıdır. Bu bakış açısı, arkeolojik kazılarda elde
edilen bazı buluntuların Darwinist bilim adamlarınca materyalist ideolojinin ön
yargılarına uygun olarak yorumlanmasına dayanmaktadır. Bu batıl inanışa göre
taş aletler kullanan insanların homurtular çıkararak dizleri bükük ve kambur
şekilde yürüyen, hayvanımsı davranışlarda bulunan maymun adamlar oldukları
varsayılmaktadır. Halbuki bulunan hiçbir kalıntı, bunları kullananların zihin
gücünün kapasitesine dair somut ipuçları vermez. Daha önce de belirttiğimiz
gibi bu bir tasvir işidir; örneğin günümüzden yüz bin yıl sonra bu döneme ait
değişik şekillerdeki modern sanat eserleri bulunmuş olsa ve gelecekteki
insanların çağımıza ait başka hiçbir bulguları olmasa, büyük bir olasılıkla bu
eserlerden yola çıkarak çağımız insanları ve sahip oldukları teknoloji hakkında
çok daha farklı yorum ve tasvirler yapılabilecektir.
Toplumların evrimi iddiası, görüldüğü gibi hiçbir bilimsel bulguya
dayanmayan hayal ürünü hikayelerden ibarettir. Ve bu hikayelerin temeli, insanın
sözde maymunsu bir zihne sahip olduğu yanılgısını savunan bilim dışı bakış
açısıdır. Harvard Üniversitesi'nden evrimci antropolog William Howells, bu
gerçeğe dair şu itirafta bulunmuştur:
Evrim teorisi bedenle ilgili değil ama davranışla ilgili başka sorular
da gündeme getirmektedir. Bunlar felsefeyle ilgilidir, [bilimsel] gerçekleri
bulmak çok daha güçtür. Davranış, kafatası gibi fosilleşmez veya taştan aletler
gibi günümüze ulaşmaz ve bu durumda bizler [eski dönemlerde] neler olmuş
olabileceğine dair çok küçük işaretlere sahibizdir; hipotezlerin test edilmesi
neredeyse imkansızdır.38
Nitekim son dönemlerde sosyal bilimcilerin büyük
bir çoğunluğu evrimci görüşün yanlışlıklarını kabul etmektedirler. Bu bilim
adamları sosyal evrim teorisinin şu noktalarda bilimle çeliştiğini
söylemektedirler:
1. Teori etnik ayrımcılıkla derinden bağlantılıdır; farklı toplumlar hakkında
taraflı değerlendirmeler yapar, örneğin yalnızca Batılı toplumları medenileşmiş
olarak değerlendirir.
2. Bütün toplumların aynı yolu ya da yöntemleri izleyerek ilerlediğini ve aynı hedeflere
sahip olduğunu öne
sürer.
3. Toplumu materyalist bir bakış açısıyla
değerlendirir.
4. Bulgularla büyük oranda çelişmektedir. İlkel
koşullarda yaşayan pek çok toplum, modern olarak kabul edilen çeşitli
toplumlardan daha medeni değerlere sahiptir, yani barışsever ve eşitlikçidir.
Birçoğu beslenme koşullarına bağlı olarak da çok daha sağlıklı ve güçlüdür.
Bu maddelerde de açıkça
görüldüğü gibi, toplumların ilkelden medeniye doğru ilerlediğini öne süren
evrimci anlayış, bilimsel değerlerle ve gerçeklerle uyumlu değildir. Bu,
materyalist ideolojinin etkisiyle öne sürülen zorlama yorumlara dayalı bir
teoridir. Geçmiş medeniyetlerin geride bıraktıkları izler ve eserler de,
evrimcilerin "tarihin ve kültürlerin evrimi" aldatmacasının
yanılgılarını gözler önüne sermektedir.
GEÇMİŞİN İZLERİ EVRİMİ YALANLIYOR
Geçmiş medeniyetlere dair buluntular, evrim teorisinin "ilkelden
medeniyete doğru ilerleme" iddialarını geçersiz kılmaktadır. Tarihin akışını
incelediğimizde karşımıza çıkan gerçek, insanın her zaman günümüz insanıyla aynı
zekaya ve yaratıcılığa sahip olduğudur. Yüz binlerce yıl önce yaşamış insanların
ürettikleri eserler ve geride bıraktıkları izler, evrimci iddialardan bambaşka
manalar taşır. Bu izleri incelediğimizde görürüz ki, geçmişte yaşamış insanlar
da, zekalarıyla, yetenekleriyle yaşadıkları her çağda yeni keşifler yapmışlar,
ihtiyaçlarını karşılamışlar ve kendi uygarlıklarını inşa etmişlerdir.
Gönderilen elçiler, içinde bulundukları kavmin gelişmesine ve büyük değişim
yaşayıp ilerlemesine vesile olmuşlardır. Peygamberler, Allah'ın ilhamıyla,
detaylı ilmi bilgiye sahiptirler. Örneğin Hz. Nuh gemi yapma teknolojisini
bilmektedir. Kuran'da yer alan bilgiden Hz. Nuh'un inşa ettiği geminin buharlı
bir gemi olduğu anlaşılmaktadır. (Doğrusunu Allah bilir.) Bu bilgiye, ayette
yer alan "... tandır feveran ettiği zaman..." ifadesiyle
dikkat çekilmektedir.
Sonunda emrimiz geldiğinde ve tandır feveran ettiği zaman, dedik ki: "Her birinden ikişer çift (hayvan) ile aleyhlerinde söz geçmiş olanlar dışında, aileni ve iman
edenleri ona yükle." Zaten onunla birlikte çok azından başkası iman etmemişti. (Hud Suresi, 40)
Tandır, halen çeşitli bölgelerde kullanılan bir tür ocaktır. Feveran etmek,
fışkırmak ve kaynamak anlamındadır. Hz. Nuh'un gemisinin, tandırın feveran
etmesiyle yani ocağın (kazanın) kaynamasıyla hareket etmeye hazır hale geldiği
anlaşılmaktadır. Nitekim Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinde de, Hz. Nuh'un
gemisinin "kazanla çalışan yani bir tür buharlı gemi" olduğu açıklanmaktadır:
Tennur: Lugatta kapalı bir
ocak, bir fırındır ki, dilimizde "tandır" olarak kullanılır. Feveran
kelimesi de biliniyor ki, kuvvet ve şiddetle kaynamak ve fışkırmaktır.... Yani
geminin yelkenli bir gemi değil, kazanla çalışan bir vapur olduğunu hatırlatır
niteliktedir.
Hz. Süleyman döneminde de, bu kutlu peygamber vesilesiyle bilim, sanat ve
teknolojide çok önemli ilerlemeler sağlanmıştır. Örneğin Kuran'da Hz. Süleyman
döneminde uçak gibi hızlı ulaşım araçlarının kullanıldığına işaret
edilmektedir:
Süleyman için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesafe) olan rüzgara (boyun eğdirdik)... (Sebe Suresi, 12)
Bu ayet-i kerimede ulaşılması oldukça uzak olan
mesafelere, Hz. Süleyman döneminde kısa sürede ulaşılabildiğine dikkat
çekilmektedir. Bu, günümüzdeki uçak teknolojisine benzer bir teknoloji kullanılan,
rüzgarla hareket eden vasıtalara işaret etmektedir. (Doğrusunu Allah bilir.)
Ayrıca Kuran'da, Hz. Süleyman döneminde "kaleler, heykeller, havuz büyüklüğünde
çanaklar ve yerinden sökülmeyen kazanlar" yapıldığı haber verilmektedir.
Ona dilediği şekilde kaleler,
heykeller, havuz büyüklüğünde çanaklar ve yerinden sökülmeyen kazanlar yaparlardı. "Ey Davud
ailesi, şükrederek çalışın." Kullarımdan şükredenler azdır. (Sebe Suresi, 13)
Bu ayetten, Hz. Süleyman'ın çok gelişmiş inşaat ve mimari teknolojisi
kullandırttığı anlaşılmaktadır.
Ayette, Hz. Süleyman'ın emrinde bina ustaları ve dalgıçlar
olduğu bildirilmiştir:
... fieytanları da; her bina ustasını ve dalgıç olanı. (Sad Suresi, 36-37)
Dalgıç cinlerin Hz. Süleyman'ın emrinde olması, o dönemde deniz altındaki
zenginliklerin işlendiğine işaret etmektedir. Deniz altındaki petrol, altın
gibi kıymetli madenlerin çıkarılıp işlenmesi, insanlara faydalı ve kullanılır
hale getirilmesi için çok yüksek bir teknoloji gerekmektedir. Hz. Süleyman
döneminde bu teknolojinin kullanıldığına dikkat çekilmektedir.
Bir başka ayette ise, Hz. Süleyman'ın "erimiş bakırı sel gibi"
kullandığı haber verilmiştir. (Sebe Suresi, 12) Erimiş bakırın kullanılması
ile, Hz. Süleyman döneminde elektrik kullanılan yüksek bir teknolojinin varlığına
da işaret edilmektedir. Bilindiği gibi bakır, elektriği ve ısıyı en iyi ileten
metallerden biridir ve bu yönüyle elektrik sanayinin temelini oluşturmaktadır.
Ayette geçen "sel gibi akıttık" ifadesiyle, muhtemelen Hz. Süleyman
döneminde yüksek miktarda üretilen elektriğin, teknolojide pek çok alanda
kullanıldığına dikkat çekilmektedir. (Doğrusunu Allah bilir.)
Kuran ayetlerinden Hz. Davud'un da demiri işlemeyi ve zırh sanatını çok iyi
bildiği anlaşılmaktadır. Ayetlerde şu şekilde haber verilmektedir:
... Ve ona demiri yumuşattık. Geniş zırhlar yap, (onları) düzenli bir biçime
sok ve hepiniz salih ameller yapın, gerçekten Ben, sizin yaptıklarınızı görenim (diye
vahyettik). (Sebe Suresi, 10-11)
Kuran'da Hz. Zülkarneyn'in, iki dağ arasına, dönemin toplumları tarafından
"aşılabilmesi ve delinmesi mümkün olmayan" bir set inşa ettiği haber
verilmektedir. Ayette bildirildiğine göre, Hz. Zülkarneyn bu seti inşa ederken
demir kütleleri ve eritilmiş bakır kullanmıştır:
"Bana demir kütleleri getirin", iki dağın arası eşit düzeye gelince,
"Körükleyin" dedi. Onu ateş haline getirinceye kadar (bu işi yaptı, sonra:) dedi ki:
"Bana getirin, üzerine eritilmiş bakır (katran) dökeyim." (Kehf Suresi, 96)
Bu bilgi, Hz. Zülkarneyn'in betonarme teknolojisinden faydalandığına işaret
etmektedir. İnşaat sektöründe kullanılan en sağlam malzeme demirdir. Binaların
ya da köprü, baraj gibi mimari eserlerin sağlamlığının artırılması için mutlaka
demir kullanılması gerekir. Ayetten anlaşıldığına göre, Hz. Zülkarneyn de demirleri uç uça getirmiş
ve üzerlerine dökülen harç ile sağlam bir betonarme yapı oluşturmuştur. (Doğrusunu
Allah bilir).
Eski Orta Amerika medeniyetlerinin yazıtlarında ise, beyaz kıyafetler içinde
gelen, uzun boylu, sakallı bir kişiden bahsedilmektedir. Bu yazıtlarda, kısa
bir süreyi içine alan bir dönemde, tek İlah inancının yayıldığı ve sanat ve
bilimde ani bir gelişme kaydedildiği bildirilmektedir.
Antik Mısır toplumuna da Hz. Yakup, Hz. Yusuf, Hz. Musa, Hz. Harun gibi
birçok peygamber gönderilmiştir. Mısır medeniyetinin sanatta ve bilimde belli
dönemlerde yaşadığı hızlı gelişmelerde bu elçilerin ve onlara inanan insanların
büyük etkisi olmuş olabilir.
Kuran'ı ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetini takip eden Müslüman bilim
adamları da, astronomi, matematik, geometri, tıp gibi bilim dallarında çok
önemli keşifler gerçekleştirmişlerdir. Bu bilgiler vesilesiyle, bilimde ve
toplumsal yaşamda büyük değişimler ve çok önemli ilerlemeler olmuştur. Bu Müslüman
bilim adamları ve çalışmalarından bazıları şöyledir:
Abdüllatif el-Bağdadi, anatomi konusundaki çalışmaları ile tanınmaktadır. Alt çene ve göğüs kemiği
gibi vücuttaki birçok kemiğin anatomisi hakkında geçmişte yapılmış hataları
düzeltmiştir. Bağdadi'nin El-İfade ve'l-İtibar adlı eseri 1788 yılında
düzenlenerek, Latince, Almanca ve Fransızca'ya çevrilmiştir. Makalatün
fi'l-Havas isimli eseri ise beş duyu organını incelemektedir.
İbn-i Sina, birçok
hastalığın nasıl tedavi edilebileceğini açıklamıştır. En ünlü eseri olan El-Kanun fi't-Tıb Arapça yazılmış
ve 12. yüzyılda Latince'ye çevrilerek Avrupa üniversitelerinde 17. yüzyıla
kadar temel ders kitabı olarak kabul edilmiş ve okutulmuştur. El-Kanun'da
söz edilen tıbbi bilgilerin büyük bir bölümü bugün dahi geçerliliğini
korumaktadır.
Zekeriya Kazvini,
Aristo'dan beri süregelen beyin ve kalple ilgili birçok yanlış düşünceyi
çürütmüştür. Kalp ve beyinle ilgili bilgileri bugünkü bilgilerimize son derece
yakındır.
Zekeriya Kazvini, Hamdullah Müstevfi el-Kazvini (1281-1350) ve İbnü'n-Nefis'in anatomi
üzerine olan çalışmaları modern tıp biliminin temelini oluşturmuştur.
Ali bin İsa'nın üç
ciltlik göz hastalıkları üzerine yazdığı Tezkiretü'l-Kehhalin fi'l-Ayn ve
Emraziha isimli eserinin birinci cildi tamamen göz anatomisine ayrılmış
olup çok değerli bilgiler mevcuttur. Bu eser daha sonraları Latince'ye ve
Almanca'ya çevrilmiştir.
Beyruni, Galilei'den
600 yıl önce dünyanın döndüğünü kanıtlamış, Newton'dan 700 sene önce dünyanın
çapını hesaplamıştır.
Ali Kuşçu, Ay'ın
evreleri üzerine önemli çalışmalar yapıp, konuyla ilgili bir kitap yayınlamıştır.
Ay hakkındaki çalışmaları, kendisinden sonraki dönemlerde yaşayanlar için yol
gösterici olmuştur.
Sabit Bin Kurra,
Newton'dan asırlar önce diferansiyel hesabını keşfetmiştir.
Battani, yaptığı
astronomik gözlemlerin doğruluğu, kendisinden sonra gelen bilim adamlarını
hayran bırakmıştır. 533 yıldız gözlemlemiş, Güneş'in Dünya'dan en uzak olduğu
mesafeyi doğru olarak hesaplamıştır. Trigonometri üzerine yaptığı çalışmalar ve
hesaplamalarla, matematik alanında öncü olmuştur.
Ebu'l Vefa, ise
trigonometriye "sekant-kosekant" terimlerini kazandırmıştır.
Harizmi, ilk cebir
kitabını yazmıştır.
Mağribi, Tuhfetü'l
Ada isimli kitabında üçgen, dörtgen, daire ve diğer geometrik şekillerinin yüz
ölçümlerini bulmak için metodlar göstermiştir.
İbn-i Heysem, optik
biliminin kurucusudur. Roger Bacon ve Kepler onun eserlerinden faydalanmışlar,
Galilei de onun eserlerinden faydalanarak teleskobu bulmuştur.
Kindi, ise
Einstein'dan 1100 yıl önce izafi fizik ve izafiyet teorisini ortaya atmıştır.
Pasteur'den yaklaşık 400 sene önce yaşayan Akşemseddin, mikropları
ilk olarak tanıtan İtalyan hekim Fracastor'dan yaklaşık 100 sene önce mikropların
varlığından bahsetmiştir.
Ali bin Abbas
el-Mecusi, 10. yüzyılda yazdığı Kamil as-Sina'a at-Tıbbiya kitabıyla tıp
biliminin öncüsü olmuş, eseri pek çok hastalığın tedavisinde temel kaynak kabul
edilmiştir.
İbn-i Cessar, cüzzamın
sebep ve tedavi şekillerini açıklamıştır.
Burada sadece birkaçına yer verilen Müslüman bilim adamları, Kuran'ı ve
Peygamberimiz (sav)'in yolunu izleyerek, modern bilimin temelini oluşturacak
önemli keşiflerde bulunmuşlardır.
Görüldüğü gibi, tarihte birçok kavim gönderilen elçiler vasıtasıyla
sanatta, tıpta, teknolojide ve bilimde gelişmeler sağlamışlardır. Peygamberlere
itaat edip uyarak, bu mübarek insanların teşvikleri ve tavsiyeleriyle onlardan
öğrendikleri bilgileri geliştirmişler ve bunları sonraki nesillere de aktarmışlardır.
Ayrıca tarih boyunca zaman zaman hak dinden uzaklaşıp batıl inanışlar geliştiren
toplumlar, bu mübarek elçilerin tebliğleriyle yeniden tek İlah inancına dönmüşlerdir.
Geçmiş devirlere ait bulgulara bu şekilde ön yargısız bakıldığında,
"insanlık tarihi"nin doğru ve net olarak anlaşılması mümkün olur.
Ayrıca daha önce de belirttiğimiz gibi, günümüzle benzer bir şekilde
tarihin hemen her döneminde ileri ve geri medeniyetler birarada aynı dönem
içerisinde var olmuşlardır. Nasıl ki günümüzde bir yanda uzay teknolojisi yaşanırken,
diğer yanda dünyanın çeşitli bölgelerinde insanlar ilkel koşullarda yaşamlarını
devam ettiriyorlarsa, geçmişte de bir yanda görkemli Mısır medeniyeti varken,
diğer yanda oldukça geri medeniyete sahip toplumlar var olmuştur. Son derece
gelişmiş şehirler inşa eden, ileri bir teknolojiye sahip oldukları bıraktıkları
izlerden açıkça anlaşılan Mayalar, Venüs'ün yörüngesini hesaplayıp, Jüpiter'in
uydularını keşfederken, aynı dönemde Avrupa'nın pek çok bölgesinde insanlar
dünyanın Güneş Sistemi'nin merkezinde olduğuna inanıyordu. Mısırlılar başarılı
beyin ameliyatları yaparlarken, diğer bazı bölgelerde insanlar hastalıkların
sözde kötü ruhların etkisiyle oluştuğunu sanıyorlardı. Sümerler hukuk
sistemleri, edebiyatları, sanat anlayışları, astronomi bilgileriyle
Mezopotamya'da köklü bir medeniyet inşa ediyorlarken, dünyanın bir başka köşesinde
henüz yazıyı kullanmayan topluluklar vardı. Dolayısıyla, nasıl ki günümüzde
sadece ileri medeniyetler yaşamıyorsa, geçmiş de sadece geri medeniyetlerin var
olduğu bir dönem değildi.
Kitabın buraya kadar olan bölümlerinde tarihin farklı dönemlerine ait
delilleri ve bundan yüz binlerce ya da on binlerce yıl önce yaşamış insanların
kültürlerinin örneklerini inceledik. Daha yakın tarihe baktığımızda ise yine
"insanın her zaman insan olduğu" gerçeğinin delillerinden biri ile
karşılaşırız. Karşımızda sözde "maymunsu"luktan yeni kurtulmuş
"ilkel" insanlar değil, binlerce yıldır süregelen bir medeniyetin
torunları oldukları anlaşılan uygar insanlar vardır.
20. yüzyılda gelişen teknolojiyle arkeolojik çalışmalar büyük bir hız
kazanmış ve bu hızla birlikte insanlık tarihinin gerçek yüzüne ait önemli
deliller toprak altından birer birer toplanmaya başlanmıştır. Böylece binlerce
yıl önce, Mısır'da, Orta Amerika'da, Mezopotamya'da ve diğer bölgelerde yaşanan
hayatın, pek çok yönden günümüzle paralellik gösterdiği ortaya çıkmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder