MEDENİYET
İLERLEDİĞİ GİBİ GERİLER DE......
Darwinizm'in
iddiası, insanın ve dolayısıyla sahip olduğu kültürün, ilkellikten medeniyete
doğru ilerlediğidir. Ancak arkeolojik bulgular, insanlık tarihinin ilk gününden
itibaren, toplumların çok ileri kültürlere sahip olduğu dönemler olduğu gibi,
çok geri kültürleri yaşadıkları dönemler de olduğunu göstermektedir. Hatta çoğu
zaman, son derece zengin medeniyetlerle geri medeniyetler aynı dönem içinde var
olmuşlardır. Tarih boyunca, aynı dönemde yaşayan toplumların birçoğunun
teknoloji ve medeniyet düzeyleri, sosyolojik ve kültürel yapıları, aynı bugün
olduğu gibi birbirinden farklıdır. Örneğin günümüzde, Kuzey Amerika kıtası
tıpta, bilimde, mimaride ve teknolojide oldukça ilerlemiş olmasına rağmen,
Güney Amerika'nın çeşitli bölgelerinde teknoloji açısından oldukça geri, dünya
ile hiçbir bağlantısı olmayan toplumlar yaşamaktadır. Dünyanın pek çok
bölgesinde hastalıklar en ileri görüntüleme teknikleri ve tahlillerle teşhis
edilip, son derece modern koşullarda tedavi edilirken, diğer çeşitli
bölgelerinde de hastalıkların sözde kötü ruhların etkisiyle meydana geldiği
düşünülüp, sahte kötü ruhları kovma ayinleriyle hastalar iyileştirilmeye
çalışılmaktadır. MÖ 3000'lerde yaşayan Sümerler, Eski Mısırlılar, İndus halkı
gibi toplumlar, her açıdan günümüzde yaşayan bu kabilelerle -hatta bu
kabilelerden ileride olan pek çok toplumla- kıyas kabul etmeyecek bir
medeniyete sahiptiler. Demek ki tarihin her döneminde medeniyet açısından
gelişmişle geri kalmış toplumlar birarada varlıklarını sürdürebilmişlerdir.
Binlerce yıl önce yaşayan bir toplum, 20. yüzyıldaki bir topluluktan çok daha
ileriye gidebilmiştir. Bu da bize gelişimin evrimsel bir süreç içinde
oluşmadığını, yani tarih içinde ilkel toplumdan medeniye doğru bir gelişim
bulunmadığını göstermektedir.
Elbette tarihsel süreç içerisinde her alanda büyük ilerlemeler kaydedilmiş,
bilim ve teknolojide büyük gelişmeler sağlanmıştır. Fakat bu değişimleri
evrimcilerin ve materyalistlerin iddia ettiği gibi bir "evrim" süreci
olarak tanımlamak akılcı ve bilimsel bir yaklaşım değildir. Kültür ve tecrübe
birikimi sayesinde teknoloji ve bilim gibi
alanlarda sürekli bir gelişim söz konusudur. Ancak burada önemli olan nokta
şudur; günümüz insanı ile binlerce yıl önce yaşayan bir kişi arasında, nasıl
fiziksel özellikler açısından bir fark yoksa, zeka ve yetenek açısından da bir
fark yoktur. 20. yüzyıldaki insanların beyin kapasitesi ve zekası daha çok
geliştiği için daha ileri bir uygarlığa sahip olduğumuz düşüncesi, evrim
teorisinin telkinleri sonucunda oluşan yanlış bir bakış açısıdır. Oysa
günümüzde dahi farklı bölgelerdeki halklar farklı anlayışlara ve kültürlere
sahip olabilmektedir. Örneğin, bugün Avustralya'daki bir yerlinin ABD'deki bir
bilim adamının sahip olduğu bilgiye sahip olmaması onun zekasının ya da
beyninin yeteri kadar gelişmediğini göstermez. Çok zeki olmasına rağmen, bu tip
bir kabile içinde doğup hayatını sürdüren, hatta elektriğin varlığından dahi
haberi olmayan birçok insan olabilir. Ayrıca farklı yüzyıllarda farklı
ihtiyaçlar gelişmiş olabilir. Örneğin günümüz moda anlayışı ile Mısırlıların
moda anlayışının aynı olmaması bizim kültürümüzün onlarınkinden daha ileride
olduğunu göstermez. 20. yüzyılda medeniyetin işareti gökdelenlerken, Mısır
döneminde uygarlığın kanıtı piramitler ve sfenkslerdi.
Önemli olan elde edilen bulguların nasıl bir bakış açısıyla
değerlendirildiğidir. Bulguların, sözde evrimsel gelişim gösterdiği ön yargısıyla
hareket eden bir kişi, ele geçen her türlü bilgiyi bu ön yargıya göre
değerlendirecektir. Böylece hayali hikayelerle savını desteklemeye
çalışacaktır. Bulduğu bir kemik parçasının üzerine, o bölgede yaşayan
insanların neler hissettikleri, günlük yaşamlarını nasıl değerlendirdikleri,
aile yapıları, sosyal ilişkileri gibi pek çok detayı, ön yargısına uygun
şekilde ortaya koyacaktır. Bu kemik parçasından, o dönemde, yarı dik, vücudu
tüylerle kaplı, hırıltılar çıkaran, taş aletler kullanan insanların yaşadığı
sonucuna varan bir kişi, bilimsel deliller bunu gösterdiği için değil,
ideolojisi bunu gerektirdiği için böyle bir hikaye anlatmaktadır. Çünkü elde
edilen veriler gerçekte böyle bir manzara ortaya koymamaktadır. Bu hayali
manzara, Darwinist zihniyetin yorumlarıyla meydana getirilmektedir.
Bugün buldukları fosil kalıntılarına, yontulmuş taşlara, mağara duvarlarına
çizilmiş resimlere bakarak o dönem hakkında detaylı yorumlar yapan bazı
arkeologların durumu da bu örnekten çok farklı değildir. Ne var ki, eldeki
delilleri ön yargılı bir yaklaşımla değerlendirerek sözde ilkel insanın
neredeyse hayatının her anına ilişkin hikayeler yazan evrimcilerin sahte
illüstrasyonları ve masalları, pek çok dergi ve gazetenin sayfalarını
süsleyebilmektedir. İşte çağımızın tanınan evrimcilerinden Louis Leakey'nin
sözde ilkel insanın günlük hayatına dair yazdığı senaryolardan biri:
Bir an için 20-30 bin yıl kadar geriye giderek bir kaya sığınağında yer
alan olayları birbiri ardından izleyebildiğimizi farz edelim: Taş devrinde
yaşamakta olan bir avcı, vadide o günkü avının peşindeyken birden tepedeki dik
yarın yanında bir kaya sığınağı görür. Burası bir arslan veya mağara ayısının
ini olabileceğinden veya buranın başka bir aile tarafından iskan edilmiş olma
ihtimali bulunduğundan, büyük bir dikkat ile buraya tırmanır. Epey yaklaşıp,
buranın boş olduğunu gördükten sonra içine girer ve iyice araştırır. Buranın
şimdi ailece oturmakta oldukları ufak sığınaktan çok daha elverişli olduğuna
karar veren avcı, ailenin diğer kişilerini de alıp buraya getirmeye gider.
Bundan sonra ailenin yeni evlerine gelip, yerleştiklerini görürüz. Bu yeni evin
ateşi, ya eski evden büyük bir dikkat ve itina ile getirilen birkaç kor
parçasından veya tahtayı tahtaya sürtmek suretiyle yakılır. (Taş devri insanının
ateşi nasıl elde ettiği tam olarak bilinmiyorsa da, en eski devirlerden beri
ateşten yararlandıkları ve onu kullandığı bir gerçektir. Çünkü mağara ve kaya
sığınaklarındaki hemen hemen bütün yerleşme katlarında, ocaklar, günlük hayatın
bir parçası olarak karşımıza çıkar.) Belki bundan sonra, ailenin bazı kişileri
üzerlerinde yatacakları döşekleri hazırlamak üzere ot toplamaya gideceklerdir.
Ailenin diğer kişileri ise civardaki çalı ve fundalıklardan dal kesip
yerleştikleri bu yeni evin ön tarafına kaba bir çit yaparlar. Bu arada evdeki
eşyalar yerleştirilir ve çeşitli hayvan postları getirilip, yerlere serilir.
Bundan böyle artık aile yeni evlerine yerleşmiş olup, hayat devam eder. Yiyecek
temini için erkekler vahşi hayvanları avlarlar. Kadınlar, av esnasında
erkeklere yardım ettikleri gibi, yenecek meyveleri, kabuklu yemişleri ve
kökleri toplarlar.
En küçük detaylarına kadar tarif edilen bu senaryo herhangi bir bilimsel
bulguya değil, tamamen yazarın hayal gücüne dayanmaktadır. Bu ve benzeri
hikayeleri, çeşitli bilimsel kelimelerle süsleyip aktaran evrimciler, birkaç
parça kemik parçasına dayanarak tüm bu detayları şekillendirmektedirler.
(Üstelik bulunan bu fosiller, evrimcilerin iddialarının tam tersini
göstermekte, evrim sürecinin asla yaşanmadığını ispatlamaktadır.) Oysa kemik
parçalarının, eski dönemlerde yaşamış olan insanların hangi duygularla hareket
ettiklerine, günlük yaşamlarında neler yaptıklarına, aralarındaki iş bölümünün
nasıl olduğuna dair kesin bilgiler vermeyeceği açıktır. Ama bu gibi hayali
senaryolar ve çizimlerle zenginleştirilen insanın evrimi masalı, evrimciler
tarafından çok yoğun bir biçimde kullanılır. Evrim teorisinin ortaya atıldığı
ilk günden itibaren bu dogmadan kendini kurtaramayan sayısız evrimci,
yukarıdaki senaryonun değişik versiyonlarını üretmiştir. Amaç gerçekleri
anlatmak değil, insanları telkin ve propaganda yoluyla ilkel insanın yaşadığına
ikna etmektir.
Her ne kadar evrimci bilim adamları ellerinde hiçbir delil olmadığı halde
böyle senaryolar üreterek iddialarını kanıtlamaya çalışsalar da, karşılarına
çıkan her bulgu, tarafsız olarak değerlendirildiğinde, onlara bazı gerçekleri
çok açık bir şekilde göstermektedir. Bu gerçeklerden biri şudur; insan var
olduğu ilk günden beri insandır. Zekası, sanat ve estetik yeteneği gibi
özellikleri tarihin tüm dönemlerinde aynıdır. Geçmişte de, evrimcilerin iddia
ettikleri gibi ilkel, yarı hayvan yarı insan yaratıklar değil, aynı bizler gibi
düşünen, konuşan, sanat eserleri meydana getiren, bir kültür ve ahlak yapısına
sahip insanlar yaşamıştır. Birazdan da değineceğimiz gibi arkeolojik ve
paleontolojik bulgular kesin ve açık bir şekilde bu gerçeği ispatlamaktadır.
MEDENİYETİMİZDEN GERİYE KALANLAR ......
Bugün sahip olduğumuz dev medeniyetten bundan yüz binlerce yıl sonra geriye
ne kalabileceğini bir düşünün. Binlerce yılın kültür birikimi; tablolar,
heykeller, saraylar yok olacak, teknolojiye ait neredeyse hiçbir iz
kalmayacaktır. Aşınmaya dayanıklı olarak tasarlanan pek çok malzeme dahi
belirli bir süre içerisinde –doğal koşullar altında- aşınmaya başlamaktadır.
Çelikler paslanmakta, betonlar aşınmakta, toprak altındaki tesisatlar
çürümekte, tüm malzemeler onarım gerektirmektedir. Bir de bunların üzerinden on
binlerce yıl geçtiğini, binlerce ton yağmura, şiddetli rüzgarlara, sellere,
depremlere maruz kaldıklarını düşünün. Belki de geriye kalacak olan, aynı
geçmişten bize kaldığı gibi, sadece işlenmiş iri taş parçaları, binaları
meydana getiren blok taşlar ve bazı heykel kalıntıları olacaktır. Ya da
günümüzün ileri medeniyetlerinden geriye günlük yaşamımızı tam olarak
anlayabilecekler net bir iz kalmazken, Afrika'da, Avusturalya'da veya dünyanın
bir başka yerinde yaşayan kabilelerden geriye bazı izler kalacaktır. Yani, sahip olduğumuz teknolojinin
(televizyonlar, bilgisayarlar, mikrodalga fırınlar vs) izleri kalmayacak, ama
belki de taş bir binanın ana hatları, büyük bir heykelin parçaları kalacaktır.
O dönemin bilim adamları bu izlere bakarak, bizim yaşadığımız dönemdeki tüm
toplumları "kültürel olarak geri" diye tanımlarlarsa bu, gerçeklerden
ne kadar sapmış olduklarını göstermez mi?
Ya da bundan binlerce yıl sonra, üzerinde Çince yazılar bulunan bir eseri
keşfeden bir kişi, sadece bu bilgiye dayanarak, Çinlilerin garip işaretlerle
anlaşan, geri kalmış bir tür olduğunu öne sürerse, bunun gerçeği yansıtmayan
bir yorum olacağı açık değil midir? Veya şöyle bir örnek düşünelim: Rodin'in
"Düşünen Adam" heykeli bütün dünyaca bilinir. Bu heykelin on binlerce
yıl sonra geleceğin arkeologları tarafından bulunduğunu farz edelim. Eğer
araştırmacıların söz konusu toplumun inançları ve yaşayışı hakkında birtakım ön
yargıları varsa ve ellerinde yeterli tarihi belge yoksa, bu heykeli çok farklı
şekillerde yorumlayabilirler. O toplumda yaşamış insanların "düşünen bir
adama taptıklarını" düşünebilir veya bu heykelin mitolojideki sözde bir
tanrıya ait olduğunu iddia edebilirler. Ama bugün biz biliyoruz ki,
"Düşünen Adam" heykeli sadece sanatsal amaçlarla yapılmış bir
eserdir. Yani, günümüzden on binlerce yıl sonra yaşayan bir araştırmacının
elindeki veriler yetersizse ve bir de, o döneme ait ön yargıları varsa, doğruya
ulaşması neredeyse imkansızdır. Zira bu heykeli, sahip olduğu ön yargıya göre
değerlendirecek ve zihninde buna göre bir senaryo oluşturacaktır. Bu nedenle
elde edilen verilerin ön yargısız ve tarafsız bir bakış açısıyla
değerlendirilmesi, her türlü ön kabulden uzak, geniş düşünerek hareket edilmesi
son derece önemlidir. Unutulmamalıdır ki, bugün elimizde toplumların
evrimleştiğine ya da geçmiş toplulukların ilkel olduğuna dair hiçbir kanıt
bulunmamaktadır. Öne sürülenler sadece varsayımlardan ibarettir ve evrimi
savunan tarihçilerin ya da arkeologların taraflı yorumlarına dayanmaktadır.
Örneğin, bir mağaranın duvarlarına çizilmiş hayvan figürleri, hemen ilkçağ
adamının çizdiği ilkel resimler olarak tanımlanmıştır. Oysa bu resimler,
dönemin sanatçılarının sanat anlayışlarını da
ifade ediyor olabilirler. Çağının koşullarına göre son derece modern
kıyafetler içinde bir sanatçı, yalnızca sanatsal gayelerle bu şekilleri
resmetmiş olabilir. Nitekim, pek çok bilim adamı söz konusu mağara
resimlerinin, ilkel bir zihnin ürünü olmasının imkansızlığını vurgulamaktadır.
Bir diğer örnek de keskin uçlu taşların sözde "maymun-insanın"
yaptığı ilk aletler olarak yorumlanmasıdır. O dönemin insanları bu taşları
şekillendirip dekoratif amaçla da kullanıyor olabilirler. Bulunan parçaların,
dönemin insanları tarafından mutlaka alet olarak kullandıklarını gösteren bir
kanıt yoktur. Bu bir varsayımdır. Evrimci bilim adamları, kazılar esnasında
buldukları kanıtları taraflı bir bakış açısıyla incelemişler, kendilerince
teoriyi kanıtlamak için fosillerin üzerinde oynamalar yapmışlar ya da sadece
uygun gördüklerini alıp, diğerlerini bir kenara atmışlardır. Aynı oyun, tarihin
evrim geçirdiğini göstermek amacıyla da oynanmıştır.5 Amerikalı antropolog Melville Herskovits
"tarihin evrimi" görüşünün ortaya çıkış şeklini ve evrimcilerin
delilleri değerlendirme biçimini şöyle açıklamaktadır:
Kültürel evrimi savunan her araştırmacı kafasında tasarladığı insan
ırkının gelişimi ile ilgili mizansene bir varsayım eklemiştir. Bu yüzden aynı
evrim teorisinde bilinçli seçilen kafataslarında olduğu gibi, burada da
birbirini izleyen olaylar örnek olarak alınmamıştır. Belirtilen ilerlemelerin
çoğu, bir kültürün sadece tek yönünü göstermektedir.
Herskovits'in bu düşüncesini doğrulayan en önemli örneklerden biri, evrimci
etnograf Lewis Henry Morgan'ın yaptığı çalışmalardan biridir. Morgan, ilkelden
gelişmişe doğru evrim süreci yaşandığını iddia ettiği bir toplumun, ataerkil ve
tek eşli bir yapıya ulaşmak için geçirdiği evreleri incelemiştir. Ancak bu
araştırmayı yaparken, dünyanın dört bir yanında, birbirleriyle hiçbir ilgisi
olmayan farklı toplumları örnek olarak almış, ulaşmak istediği sonuca göre bu
toplumları bir sıraya dizmiştir. Yüz binlerce kültür içinde neden sadece tezine
uygun olan toplumları seçtiği açıkça ortadadır. Herskovits, Morgan'ın tarihi
kendi fikirlerine göre nasıl yeniden yorumladığını şöyle açıklamaktadır:
Morgan, tarihte soyu belirleyen ataerkil ve tek eşli sisteme nasıl
geçildiğini açıklarken, ilk önce çok ilkel bir Avustralyalı kabiledeki ana
erkil yapıyı almış, daha sonra Amerikan Kızılderililerine geçerek, burada nesli
belirleyici faktörün erkek olmasını örnek olarak göstermiş, daha sonra
protohistorik tarihin ilk devirlerinde erkek egemen, daha çok tek eşli Yunan
kabilelerini sosyal evrim zincirine eklemiş, son olarak da tek eşli, erkek
egemen toplum olarak günümüz medeniyetini, göstererek evrim zincirini
oluşturmuştur.
Herskovits, Morgan'ın bu hayali zincirini, "Bu seri, tarihsel yaklaşım
açısından uydurmadır" şeklinde tanımlamaktadır.
MAĞARALARDAKİ GELİŞMİŞ SANAT
Evrimciler, sözde maymunumsu insanların Avrupa'da bundan yaklaşık 30-40 bin
yıl önce, Afrika'da biraz daha eski bir dönemde ani bir geçiş süreci yaşadıklarını,
böylece birdenbire modern insanlar gibi düşünme ve üretme kabiliyeti
kazandıklarını öne sürerler. Çünkü bu döneme ait arkeolojik bulgular evrim
teorisiyle açıklanması mümkün olmayan delillerdir. Darwinist iddiaya göre, neredeyse 200 bin yıl
boyunca değişmeden kalan taş-alet teknolojisinin yerini birdenbire, daha ileri
ve hızla gelişen el sanatları teknolojisi almıştır. Sözde bir süre önce
ağaçlardan inen ve modernleşmeye başlayan hayali ilkel adam, birdenbire
sanatsal kabiliyetler geliştirmiş, mağara duvarlarına oyarak veya boyayarak
şaşırtıcı güzellikte resimler yapmaya başlamış, kolyeler, gerdanlıklar gibi son
derece estetik süs eşyaları üretmiştir. Peki ne olmuştur da böyle bir gelişme
yaşanmıştır? "Yarı maymun ilkel varlıklar" neden ve nasıl birdenbire
sanata eğilim göstermişlerdir? Evrimci bilim adamları bunun nasıl olup da
gerçekleştiğini hiçbir şekilde açıklayamaz, ancak birtakım varsayımlar öne
sürerler. Evrimci Roger Lewin, Darwinistlerin bu konuda içine düştüğü
sıkıntıyı, Modern İnsanın Kökeni kitabında şu sözlerle ifade eder: "Hala eksik durumdaki arkeolojik
kayıtların her bakımdan belirsizliğinden olacak, bilim adamları bu soruya başka
başka yanıtlar veriyorlar."
Arkeolojik bulguların gösterdiği gerçek ise, insanın var
olduğu günden itibaren kültürel anlayışa sahip olduğudur. Bu anlayışta zaman
zaman ilerlemeler, zaman zaman gerilemeler, keskin değişimler yaşanmış olması
mümkündür. Ancak bu, evrimsel bir süreç yaşandığı değil, kültürel bir gelişim
ve değişim yaşandığı anlamına gelmektedir. Evrimcilerin, "ani
değişiklik" olarak nitelendirdikleri sanatsal eserlerin ortaya çıkışı da,
biyolojik (özellikle zihinsel yetenek) olarak insanın gelişimini gösteren bir
durum değildir. O dönemde yaşayan insanlar birtakım toplumsal değişimler yaşamış
olabilirler, sanat ve üretim anlayışları değişmiş olabilir, ama bu bilgiler,
insanın ilkellikten modernliğe geçiş yaptığını gösteren veriler değillerdir.
Geçmiş insanların geride bıraktıkları arkeolojik izlerle, evrimcilere göre
olması gereken anatomik ve biyolojik izlerin birbirleriyle tutarsızlığı da
Darwinizm'in bu konudaki iddialarını bir kez daha geçersiz kılmaktadır.
(Darwinizm'in temel iddiası olan insanın sözde soy ağacını bilimsel olarak
yıkan bilgiler için bkz. Harun Yahya, Hayatın Gerçek Kökeni.) Evrimci
iddiaya göre, insanın kültürel gelişiminin de biyolojik gelişimiyle doğru
orantılı olması gerekir. Örneğin, insanlar önce basit çizgilerle sanatsal
duygularını ifade etmeli, daha sonra bu çizgiler biraz daha gelişmeli, bu
gelişme yavaş yavaş ilerleyerek sanatsal yetenek doruk noktasına ulaşmalıdır.
Oysa, insanlık tarihine ait bulunan ilk sanatsal izler bu varsayımı temelden
sarsmaktadır. Sanat tarihinin ilk örnekleri olarak kabul edilen mağara
resimleri, oymaları ve kaya kabartmaları dönemin insanının çok üstün bir sanat
anlayışına sahip olduğunu göstermektedir. Mağaralarda araştırmalar yapan bilim
adamları, bu resimleri sanat tarihinin en önemli ve değerli çalışmalarından
biri olarak değerlendirmektedirler. Resimlerdeki gölgelemeler, perspektifin
kullanımı ve zarif çizgiler, kabartmalarda ustaca yansıtılan derinlik hissi,
oymalarda güneş ışığının çarpmasıyla meydana gelen estetik oynamalar,
evrimcilerin açıklayamayacakları özelliklerdir. Çünkü bunlar Darwinist iddiaya
göre çok daha ileride ortaya çıkması gereken bir gelişmedir.
Fransa, İspanya, İtalya, Çin, Hindistan ve Afrika'nın çeşitli yerlerinde,
kısaca dünyanın farklı bölgelerinde bulunan pek çok mağara resmi, geçmiş
insanın kültürel yapısı hakkında çok önemli bilgiler sunmaktadır. Bu resimlerde
kullanılan üslup ve boyama teknikleri, araştırmacıları şaşkınlığa düşürecek
kalite ve üstünlüktedir. Darwinist bilim adamları bu resimleri ön yargıyla
değerlendirmekte, duydukları şaşkınlığa rağmen, söz konusu eserleri evrim
hikayelerini süsleyebilmek için taraflı bir şekilde yorumlamaktadırlar. Günümüz
insanının yapısına henüz ulaşmış varlıkların, son derece ilkel koşullar içinde
yaşadıkları mağaralarda, korktukları ya da avladıkları hayvanların şekillerini
resmettiklerini söylemektedirler. Oysa bu eserlerde kullanılan teknikler söz
konusu resmi yapan sanatçıların çok derin bir kavrayışa, kavradıklarını
etkileyici bir şekilde resmedebilme yeteneğine sahip olduklarını
göstermektedir. Kullanılan boyama teknikleri ise hiç de tahmin edildiği gibi
ilkel bir koşulda yaşamıyor olabileceklerinin bir diğer göstergesidir. Üstelik,
mağara duvarlarına yapılmış bu resimler dönemin insanlarının mağaralarda
yaşadığını gösteren bir delil değildir. Bu eserleri meydana getiren sanatçılar,
pekala, yakın civarda bir evde yaşıyor ama eserlerini söz konusu mağara
duvarlarına yapmayı tercih ediyor da olabilirler. Neyi resmedeceğini hangi
duygu ve düşünceyle seçtiği ise sadece sanatçının bileceği bir şeydir. Bu
resimler üzerine pek çok yorum yapılabilir, ama yapılabilecek en gerçek dışı
yorum bunların ilkellikten henüz kurtulmuş varlıklar tarafından
yapıldıklarıdır. Nitekim, BBC'nin internette yayınlanan bilim sayfasında yer
alan 22 fiubat 2000 tarihli haberde mağara resimleriyle ilgili olarak şu
satırlara yer verilmektedir:
Bunların ilkel adamlar tarafından yapıldığı düşünülüyordu... Ancak iki
bilim adamının yaptığı çalışmalara göre, antik ressamlarla ilgili bu kanaat
tamamen yanlış. Onlar bu resimlerin kompleks ve modern toplumun kanıtları
olduğunu düşünüyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder