19 Kasım 2012 Pazartesi


SANAT VE BİLİM YÖNÜNDEN MUHTEŞEM BİR MEDENİYET: ANTİK MISIR

Antik Mısır, insanoğlunun binlerce yıl önce kurduğu sanat ve bilim yönünden en etkileyici medeniyetlerden bir tanesidir. Eski Mısırlılar, ilkel bir toplumun devamı olamayacak kadar engin bir tecrübeye ve bilgi birikimine sahiptiler. Putperest sapkın bir dine mensup olan Mısırlılar arasında Hz. Nuh döneminden, Hz. İbrahim döneminden gelen sanat bilgisine sahip olan ustalar vardı. Bu Musevi ustalar, geçmiş peygamberler döneminden öğrendikleri bilgileri kullanıyorlardı.

Günümüzde dünyanın pek çok bölgesinde, Mısırlıların ulaşmış olduğu medeniyet seviyesine ulaşılamamıştır. Örneğin bugün Afrika'nın çeşitli bölgelerinde, Güney Amerika'nın bazı yörelerinde, Asya'nın çeşitli topraklarında Mısır da dahil olmak üzere pek çok bölgede, geçmişteki medeniyet seviyesinden çok geri bir yaşam sürülmektedir. Tıp, anatomi başta olmak üzere şehir planlamacılığında, mimaride, güzel sanatlarda, tekstilde çok başarılı olan Mısır medeniyeti, bugün büyük bir takdirle ve hayretle bilim adamları tarafından incelenmektedir.

Tıbbın Kökeni Antik Mısır'da

       Eski Mısır'da tıbbın ulaştığı gelişmişlik düzeyi oldukça şaşırtıcıdır. Kazılarda ele geçen bulgular, arkeologların yanı sıra birçok tarihçiyi de hayrete düşürmüştür. Çünkü hiçbir tarihçi MÖ. 3000'lerde yaşamış eski bir medeniyetten böylesine gelişmiş bir teknoloji beklemiyordu. Bugün X-ışınları kullanılarak, mumyalar üzerinde yapılan incelemeler sonucunda Antik Mısır'da beyin ameliyatlarının yapılmış olduğu anlaşılmıştır.45 Üstelik bu ameliyatlar oldukça profesyonel yöntemler kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Cerrahi operasyon geçirmiş mumyaların kafatasları incelendiğinde, ameliyat yerlerinin düzgünce kesilmiş olduğu görülmektedir. Hatta bu insanların ameliyattan sonra hayatta kaldıklarını ispatlayan, kaynamış kafatası kemiklerine rastlanmıştır.

Diğer bir örnek ise bazı ilaçlarla ilgilidir. 19. yüzyılda oldukça hızlı bir ilerleme kaydeden deneysel bilim sonucunda tıp alanında da büyük gelişmeler oldu. Antibiyotiğin keşfi de bu yüzyıldaki gelişmelerden biridir. Aslında bunlara "keşfedildi" demek hata olur, çünkü bu tekniklerin büyük bir bölümü Antik Mısır'da zaten kullanılıyordu.47 

Mısırlıların tıp ve anatomide ne kadar ileride olduklarını gösteren en önemli eserlerden biri de, kuşkusuz geride bıraktıkları mumyalardır. Mısırlılar mumyalama konusunda yüzlerce farklı teknik kullanmışlardır.

Cansız bedenin binlerce yıl bozulmadan saklanabilmesine olanak sağlayan mumyalama işlemi, aslında oldukça karmaşık bir işlemdir. Bu konuda Mısırlıların kullandığı teknik özetle şu şekildedir: İlk önce ölünün iç organları dışarı çıkarılır, burundan beyin alınır, vücut sterilize edilir ve beden natron denilen bir madde ile sarılıp 40 gün bekletilirdi. (Natron; sodyum karbonat, sodyum bikarbonat ve sodyum kloridle, sodyum sülfatın karışımından oluşan bir maddedir.) Daha sonra bu madde vücuttan çıkarılır, kol ve bacaklar gibi vücudun eklemli yerleri çamur ya da kumla sarılır, sonra beden reçineye batırılmış ketenle, kokulu bir çeşit sarı sakızla ve tarçınla sarılırdı. Bir çeşit merhemin vücuda sürülmesinden sonra da ince bir keten tülle örtülürdü.48

Mısırlılar mumyalama tekniklerini sadece insanlarda değil, farklı hayvanlarda da denemişlerdir. Antik Mısır'da tıbbın oldukça gelişmiş olduğu, ele geçen arkeolojik buluntulardan ve özellikle mumyalama tekniklerinden açıkça anlaşılmaktadır. Ayrıca unutmamak gerekir ki, vücudun şeklini bozmadan, ölünün tüm iç organlarını çıkartarak mumyalamaları, bu işi yapan insanların, her organın yerini bilecek bir anatomi bilgisine sahip olduklarını göstermektedir.

Mumyalamanın dışında Mısırlılar tarafından 5000 yıl önce kullanılmış olan birçok tıbbi teknik ve alet de yapılan araştırmalarda gün ışığına çıkarılmıştır. Bu konuyla ilgili pek çok detay sıralayabiliriz:

- Mısır'da tıpla ilgilenen rahipler, tapınaklarda çeşitli hastalıkları tedavi ediyorlardı. Mısırlı doktorlar, günümüzdeki gibi farklı alanlarda uzmanlaşmışlardı. Her doktorun kendine ait bir branşı vardı. Göz doktorlarından, dişçilere kadar her konuda ihtisaslaşmış hekimler hizmet veriyordu.

- Mısır'da doktorlar, devlet denetimindeydiler. Eğer hastası iyileşmezse, yahut ölürse devlet bu hatanın sebeplerini soruşturur ve doktorun kullandığı yöntemin kurallara uygun olup olmadığını öğrenirdi. Tedavi sırasında bir ihmalkarlık yapılmışsa, bu durum tespit edilir ve doktora kanunlar çerçevesinde ceza verilirdi.

- Tapınakların her biri, ilaçların hazırlandığı ve depolandığı tam teçhizatlı bir laboratuvara sahipti.

- Bilinen ilk eczacılık uygulamaları, bandaj ve kompres kullanımı örneklerine Mısır'da rastlanmıştır. Smith Papirüsü'nde, keten bezinden yapılan yapışkan bantların yaraları kapamada ne şekilde kullanıldığından bahsedilmektedir. Keten bez, bunun dışında bandaj için de uygun bir malzemeydi.

- Arkeolojik bulgulardan, Mısır'daki tıbbi uygulamaların tamamına ait detaylı bir tablo ele geçmiştir. Bununla beraber, her biri kendi alanında ihtisaslaşmış 100'den fazla doktorun ismi ve ünvanı da bulunmuştur.

- Ayrıca Kom Ombo'daki bir başka tapınak duvarındaki rölyeflerde bir cerrahi alet kutusu resmedilmiştir. Bu kutuda büyük metal bir makas, cerrahi bıçaklar, testereler, sondalar, spatulalar, küçük kancalar ve pensler mevcuttu.

- Teknikler çok sayıda ve çok çeşitliydi. Kırıklar, çatlaklar tam olarak oturtuluyor, kırık tahtaları kullanılıyor ve yaralar dikişle kapatılıyordu. Mumyaların çoğunda çok başarılı bir biçimde tedavi edilmiş kırıklara rastlamak mümkündür.

- Mumyalarda herhangi bir cerrahi dikiş izine rastlanmamasına rağmen yara dikilmesi ile ilgili Smith Papirüsü'nde (bu papirüsün tamamı tıpla ilgilidir) on üç referans mevcuttur. Bu, Mısırlıların estetik yara dikimini de başarmış olduklarına işaret etmektedir. Yara dikiminde keten iplik kullanılıyordu. İğneler ise muhtemelen bakırdandı.

- Mısırlı doktorlar, steril yaralar ile enfeksiyonlu yaraları ayırt edebiliyorlardı. Enfeksiyonlu yaraların temizlenmesinde keçi yağı, köknar yağı ve ezilmiş bezelyeden oluşan bir karışım kullanıyorlardı.

- Penisilin ve antibiyotiğin bulunuşu oldukça yenidir. Fakat Eski Mısırlılar bu tür tedavilerin ilk organik versiyonlarını kullanıyorlardı. Ayrıca, Mısırlılar antibiyotiğin farklı çeşitlerini biliyorlardı. Belli türdeki hastalıklara uygun reçeteleri yazıyorlardı.49

Görüldüğü gibi Mısır medeniyeti tıp konusunda oldukça önemli adımlar atmış, tedavi yöntemleri geliştirmiş, uzman doktorlar yetiştirmiştir. Yapılan kazılarda, tıp alanında sağlanan bu önemli başarıların yanı sıra, Mısırlıların şehir planlamacılığı ve mimari gibi konularla da çok ilgili oldukları ortaya çıkmıştır.

Eski Mısır'da Gelişmiş Metalurji

Metalurji en genel anlamıyla, gerekli hammaddeler kullanılarak metal ve alıaşımlarının üretilmesi, saflaştırılması, şekillendirilmesi ve korunmasını içeren bilim ve teknoloji dalıdır. Eski Mısır medeniyeti incelendiğinde, bundan yaklaşık 3000 - 3500 yıl önce, Mısırlıların başta altın, bakır, demir olmak üzere çeşitli maden ve metallerin çıkarılması ve işlenmesi konusunda uzman oldukları görülmektedir. Metalurjinin gelişmiş olması, Antik Mısırlıların, cevherlerin bulunması, çıkarılması, işlenmesi alanlarında ileri bir teknolojiye ve aynı zamanda gelişmiş bir kimya bilgisine sahip oldukları anlamına da gelmektedir.

Yapılan arkeolojik çalışmalar MÖ 3400 yıllarında Mısırlıların bakır cevherleri hakkında detaylı çalışmalar yaptıklarını ve metal alaşımları meydana getirdiklerini ortaya koymuştur. Dördüncü Hanedanlık döneminde (MÖ 2900 yılları), madenlerin araştırma ve işletmesinin en yüksek düzey yetkililer tarafından takip edildiği ve Firavunların oğulları tarafından denetlendiği bilinmektedir. 
  
Bakırın yanı sıra, eski Mısırlıların sıkça kullandıkları madenler ve metaller arasında demir de vardı. Bronzun üretimi için tin, camların renklendirilmesinde de kobalt kullanılıyordu. Mısır'da bulunmayan metaller ise başta İran olmak üzere diğer bölgelerden getirtiliyordu.

Antik Mısırlıların en çok kullandıkları ve değer verdikleri maden ise altındı. Mısır'da ve Antik Mısır'ın sınırları içinde olan bugünkü Sudan'ın belli bölgelerinde, eski Mısırlılara ait olduğu tahmin edilen yüzlerce altın maden yatağı bulunmuştur. Apollinopolis yakınlarındaki bir altın madeninin planının bulunduğu MÖ 14. yüzyıla ait bir papirüs, eski Mısırlıların altın madenleri konusundaki profesyonelliklerini ortaya koymuştur.  Papirüste yer alan bilgilere göre, maden çevresinde sayısı 1300'den fazla evin yalnızca madende çalışanların konaklaması için inşa edildiği anlatılmaktadır. Antik Mısır'da altın işlemeciliği ve mücevher sanatının önemi, bu bilgilerden anlaşılmaktadır. Nitekim arkeolojik kazılarda bulunan, yüzlerce altından yapılmış, kullanım ve süs eşyası da, eski Mısırlıların altın madenciliği ve işlemeciliği konusundaki uzmanlıklarının bir göstergesidir.

Tüm bu bilgiler eski Mısırlıların maden yataklarını tespit edebilecek, bu yataklardan madeni çıkarabilecek, çıkan madeni işleyebilecek, ayrıştırabilecek ve yeni metaller oluşturabilecek bilimsel bilgiye ve teknolojiye sahip olduklarını göstermektedir.  

Şehir Planlamacılığı ve Alt Yapının Eski Mısır'daki Önemi

Mısır'ın kuru bir iklime sahip olması, bugün bize bu medeniyetten geriye pek çok ipucu bırakmıştır Bu bilgiler, antik Mısır şehirlerinin son derece gelişmiş bir alt yapıya sahip olduğunu göstermektedir.

Kuşkusuz alt yapının gelişmiş olması, bu şehirleri inşa edenlerin ileri bir mimari ve mühendislik bilgisine sahip olduklarını göstermektedir..Yer altından yol yapıldığında statiğin ölçülmesi, nerelere kirişler konması gerektiğinin saptanması, ne kadar derine inileceğinin ve ne kadar uzunlukta yol alınacağının belirlenmesi, havalandırmanın nerede, nasıl etkili olacağının hesaplanması, temiz ve kirli suların birbirine karışmadan nakledilebilmesi gibi birçok detayın ince ince düşünülmesi ve en önemlisi de bunların yapımında hiçbir hatanın meydana gelmemesi gerekir. Tüm bu teknikleri Mısırlılar biliyorlardı. Elimize ulaşan bilgiler bu gerçeği açıkça kanıtlamaktadır.

MÖ 3000'lerde Mısırlıların kullandıkları mimari teknikleri ve altyapı sorununa yaklaşımları, son derece profesyonel ve sorunları çözmeye yöneliktir. Kurak bir ülke olan Mısır için suyun önemi çok büyüktür. Nitekim bu konuda da kalıcı çözümler bulmuşlardır. Alt yapıyla ilgili olarak, Mısırlıların geliştirdikleri en önemli projelerden birisi suyu korumak için inşa ettikleri depolardır.

Örneğin, Fayyum vahasında keşfedilen büyük su deposu bunlardan biridir. Antik Mısır'da hayatın belli bir bölgede sürekliliğini sağlayabilmek için suni göletler de inşa edilmiştir. Bu sayede Nil'in suyu bu göletlerde biriktirilerek Mısır çöllerinde ileri bir medeniyet inşa edilebilmiştir. Bugünkü Kahire'nin seksen kilometre güneyindeki Moris Gölü, Mısırlılar tarafından, Nil'in suyunu bir kanal aracılığıyla depolamak amacıyla yapılan bu göletlerden biridir. Bu su haznesinin yakınlarına ise ev ve mabetler inşa edilmiştir.50

Mısırlıların tıbbi bilgileri, şehir planlaması, mühendislik bilgileri ve uygulamaları son derece ileri bir medeniyete sahip olduklarını gösteren önemli delillerden birkaçıdır. Bu bilgi ve uygulamalar, evrimcilerin iddia ettiği, "toplumların ilkelden medeniye doğru ilerledikleri" tezini bir kez daha yerle bir etmektedir. Günümüzden yaklaşık 5000 yıl önce yaşayan bir toplum, günümüzdeki çeşitli toplumlardan, hatta günümüzde bu topraklarda yaşayan bazı topluluklardan dahi daha ileri bir medeniyet seviyesine sahiptir ve bu durumun evrimle açıklanabilmesi mümkün değildir. Kuşkusuz, Mısırlıların bu yüksek medeniyeti yaşadığı dönemde, dünyanın farklı bölgelerinde daha geri medeniyetler, daha ilkel koşullarda yaşayan insanlar da var olmuştur. Ancak bunların hiçbiri, ne daha az insan  özelliklerine sahiptir, ne de sözde maymunsu özelliklere. Antik Mısırlılar da, Antik Mısırlılarla aynı dönemde ilkel koşullarda yaşayan insanlar da, bundan yüz binlerce yıl önce var olmuş insan toplulukları da, günümüz insanı da tüm özellikleriyle hep insan olarak var olmuşlardır. Kimi toplumların daha ileri kimilerinin ise daha geri koşullarda yaşamış olmaları, Darwinistlerin iddia ettikleri gibi, onların asla hayvanlardan meydana gelen bir tür olduğunu veya birinin diğerinden evrimleştiğini göstermez. Bu bilime, akla ve mantığa aykırı bir yorumdur. 

Antik Mısırlıların Tekstildeki Başarıları

Eski Mısır'da keten kumaşı dokuması yapılırdı. MÖ 2500'den kalan kumaş parçalarından anlaşıldığına göre, o dönemde gerek iplik bükümü, gerekse dokuma tarzı bakımından çok kaliteli kumaşlar üretilmiştir. Fakat her şeyden önemlisi bu kumaşların dokumasındaki detaylardır. Günümüzde teknoloji yardımıyla donatılmış makinelerde üretilebilen ince iplikleri Mısırlılar, MÖ 2500 tarihlerinde üretmiş ve keten iplikten dokunmuş kumaşları, mumyalama işleminde kullanmışlardır. Bu kumaşlardaki ince dokuma, antik Mısırla ilgilenen bilim adamlarını hayrete düşürmüştür. Büyüteçle sayılabilen dokumalardaki ipliklerin inceliği, bugün makine ile dokunan ipek kumaşlar ayarındadır.51 Günümüzde dahi bu kumaşların kalitesi meşhurdur ve Mısır keteni günümüzdeki ününü MÖ 2000'lerde yaşamış olan Antik Mısır halkından almıştır.

Matematikte İleri Seviye

Mısır'da rakamlar çok eski zamanlardan itibaren kullanılıyordu. MÖ 2000 yılına ait birtakım aritmetik problemlerini açıklayan papirüsler ele geçmiştir. Bu dokümanlar, Kahun, Berlin ve Rhind papirüsleri diye bilinmektedir. Bu belgelerde, ölçülerin ne gibi esaslara göre yapılacağı örneklerle belirtilmiştir. Mısırlılar, Pisagor Teoremi'ni, ölçüleri 3-4-5 olan bir üçgenin dik üçgen olduğunu biliyor ve bundan inşa ölçümlerinde faydalanıyorlardı.

Ayrıca Mısırlılar, yıldızlarla gezegenler arasındaki ayrımı da biliyorlardı. Astronomi ile ilgili çalışmalarına görülmesi çok zor olan yıldızları da eklemişlerdi.

Diğer taraftan Mısırlıların hayatı, Nil'in yükselme ve alçalmasına bağlı olduğundan, bu durumu daima ölçmeleri ve kontrol etmeleri gerekliydi. Hükümdar, Nil'in yükselme ve alçalmasını kaydettirmek için, bir "Nilometre" yaptırmış ve bu işle uğraşmak üzere memurlar tayin etmişti.  

Sırlarla Dolu İnşa Teknolojisi

Antik Mısır'da inşa edilen ve günümüzde hala büyük bir hayranlıkla izlenen en önemli eserler gizemli piramitlerdir. Bu piramitlerin en ihtişamlısı olan "Büyük Piramit" şimdiye kadar dünya üzerinde inşa edilmiş en büyük taş yapı olarak kabul edilir. Bu piramitin nasıl inşa edildiği konusunda Herodot zamanından itibaren birçok tarihçi ve arkeolog, çeşitli teoriler ortaya atmıştır. Kimileri bu piramitin yapımı sırasında kölelerin çalıştırıldığını ve rampa tekniğinden basamaklı piramite kadar birçok yöntemin kullanıldığını savunmuştur. Bu yöntemlerin karşımıza çıkan manzarası şöyledir:

-Bu piramidi kölelerin inşa etmiş olma ihtimali durumunda, çalışan köle sayısının 240.000 gibi olağanüstü bir rakam olması gerekirdi.

-Eğer inşa tekniği olarak rampa yöntemi kullanılmış olsaydı, piramitin yapımı bittikten sonra bu rampanın yıkılması için yaklaşık 8 yıl gerekirdi. Danimarkalı bir inşaat mühendisi olan Garde-Hanson'a göre bu, oldukça saçma bir teoriydi. Çünkü bu rampanın yıkılmasından sonra geride kalan dev moloz artıklarını bir yerlerde görmemiz gerekirdi. Ama böyle bir delile hiçbir yerde rastlanmamıştır.

Historical Deception: The Untold Story of Ancient Egypt adlı kitabında Garde-Hanson’ın diğer teorisyenlerin önemsemediği bazı yönleri ele aldığını belirten Moustafa Gadalla şöyle devam eder:

Piramidi ziyaret ettiğinizde şaşırtıcı görüntüleri gözünüzün önüne getirmeye çalışın: 5000 yıl önceki taş ocağı işçisi, günde, piramitlerin inşasında kullanılan 330 taş blok üretiyor. Suyun bastırdığı mevsimde, günde 4000 blok Nil nehrinin üzerinde taşınıyor ve Giza platosuna gelindiğinde bu taşlar platodan yukarıya taşınarak, piramidin inşa edileceği bölgeye ulaştırılıyor. Eğer bu şartlar altında taşıma işlemi gerçekleşiyor olsaydı, dakikada 6.67 blok taşınması gerekirdi. Bu sonuç, sunulan teorinin geçersizliği için yeterli bir rakamdır.56

-Tüm bunların yanında, piramidin bir yüzeyinin alanının yaklaşık olarak 2.5 hektar olduğu düşünülürse, her bir yüzeyin yaklaşık olarak 115.000 kaplama taşıyla kaplanmış olması gerekir. Bu taşlar da öylesine itinayla yerleştirilmiştir ki, taşlar arasında bırakılan mesafe bir kağıdın geçmesine olanak vermeyecek derecede dardır.57 

Tüm bunlar piramitlerin yapımlarıyla ilgili sırların günümüz bilim ve teknolojisiyle dahi çözülemediğini gösteren bilgilerden bazılarıdır. 

GİZE’DEKİ PİRAMİTLERLE İLGİLİ ÇARPICI BİLGİLER

Gize'deki piramitlerle ilgili yapılan bazı matematiksel araştırmalar, eski Mısırlıların çok gelişmiş bir matematik ve geometri bilgileri olduğunu göstermektedir. Bu hesaplamalara göre, piramitleri planlayanların matematik ve geometri bilgisi dışında, dünyanın ölçüleri, çevresi, ekseni ve bu eksenin eğimi gibi bilgilere de sahip olmaları gereklidir. MÖ yaklaşık 2500'lü yıllarda inşasına başlanan piramitlerle ilgili bu bilgiler, büyük matematik bilginleri Pisagor, Arşimet ve Öklid'den dahi 2000 yıl önce bu piramitlerin inşa edildiği göz önünde bulundurulursa, çok daha çarpıcı bir hal almaktadır:

- Piramitin açıları Nil deltasını iki eşit yarıya böler.

- Gize'nin üç piramit aralarında, bir Pisagor üçgeni oluşturacak biçimde düzenlenmişlerdir. Bu üçgenin kenarlarının birbirlerine oranları 3:4:5'tir.

- Piramitin yüksekliğiyle çevresi arasındaki oran bir dairenin yarı çapıyla çevresi arasındaki orana eşittir.

- Piramit dev bir güneş saatidir. Ekim ortasıyla Mart başı arasında düşürdüğü gölgeler mevsimleri ve yılın uzunluğunu gösterir. Piramiti çevreleyen taş levhaların uzunluğu, bir günün gölge uzunluğuna eşittir.

- Piramitin dikdörtgen biçimindeki tabanının normal kenar uzunluğu 365,342 Mısır endazesine (dönemin ölçü birimi) denk gelir. Bu sayı günümüzde de kullanılan güneş yılının günlerinin sayısına oldukça yakındır. (Günümüzde güneş yılının gün sayısı 365,224 olarak hesaplanmaktadır.)

- Büyük Piramitle dünyanın merkezi arasındaki uzaklık, Kuzey Kutbuyla piramitin arasındaki uzaklığa eşittir.

- Piramitin tabanının çevre uzunluğu, anıtın yüksekliğinin iki katına bölündüğünde, pi sayısı elde edilir.

- Piramitin dört yüzünün toplam yüzölçümü piramitin yüksekliğinin karesine eşittir.

Piramitler Tekrar İnşa Edilmek İstense...

1978'de Amerika'daki, Indiana Limestone Institute of America Inc. (dünyada kireçtaşı ocakları konusunda en büyük ve en uzman kuruluş), bugün Büyük Piramit gibi bir piramit inşa edilmek istense, insan gücü ve materyallerin ne olması gerektiği hakkında bir araştırma yapmıştır. Sonuç oldukça düşündürücüdür; şirket yetkilileri, piramitlerin inşasındaki zorluğu şöyle açıklamaktadırlar:

Eğer mümkün olan gücü maksimuma çıkartsak, bu da bugünkü üretimi üç katına çıkartmak anlamına gelir ki, bu kadar kireçtaşını ocaktan çıkarmak ve transfer etmek ancak 27 yıl sürer. Üstelik tüm bu çalışmalar Amerika'nın üstün teknolojisiyle yani hidrolik çekiçler, elektronik kristal başlı testereler kullanılarak yapılabilir. Bu büyük çaba, sadece kireçtaşını madenden çıkarmak ve onu taşımak için kullanılacaktır. Ve buna, Büyük Piramit'in inşası için gerekli olan laboratuvar testleri ve bunun gibi ön çalışmalar dahil değildir.

Peki Antik Mısır'da bu dev piramitler nasıl inşa edilmiştir? Kayalık taraçalar hangi güçle, hangi makinelerle, hangi teknikle düzleştirilmiştir? Kaya mezarları hangi imkanlarla kazılmıştır? İnşaat sırasında aydınlatma nasıl sağlanmıştır? (Piramitlerin ve mezarların duvarlarında ve tavanlarında, herhangi bir kararma ve is izine rastlanmamıştır.) Taş bloklar taş ocaklarından nasıl çıkarılmış, farklı şekillerdeki taşların kenarları nasıl düzleştirilmiştir? Tonlarca ağırlığındaki bu taşlar nasıl taşınmış ve birbirlerine santimetrenin binde biri gibi bir yakınlıkta nasıl birleştirilmiştir? Bu sorular daha da artırılabilir. Peki bu sorular evrimcilerin insanlık tarihi yanılgısıyla akılcı ve mantıklı bir şekilde cevaplanabilir mi? Elbette hayır.

Antik Mısır'da, sanatıyla, tıbbıyla, mimarisi ve kültürüyle dev bir medeniyet kurulmuştur. Mısırlıların geride bıraktıkları eserler, kullandıkları tedavi yöntemleri, sahip oldukları bilgi birikiminin ve tecrübenin en önemli delillerindendir. Bugün bazı bilim adamları, tarihin evrimi iddiasına göre piramitleri yapması oldukça zor olan Mısırlıların eserlerinin, uzaylılar tarafından yapıldığını dahi iddia edebilmektedirler.

Elbetteki "piramitleri uzaylılar inşa ettiler" iddiası, demagoji ile bile bir açıklama yapamadıklarında evrimcilerin sığındıkları son derece akıl ve mantık dışı bir iddiadır. Her şeyden önce buna dair en ufak bir bilgi veya delil dahi bulunmamaktadır. Evrimciler tesadüflerle veya hayali evrimsel süreçle açıklama yapamayacaklarını anladıkları zaman hemen "uzaylılara" sığınmaktadırlar. Nitekim canlılığın yapı taşını oluşturan ilk proteinin ve hücrenin çekirdeğindeki DNA'nın, tesadüfen cansız maddelerden meydana gelemeyecek kadar kompleks ve olağanüstü bir yapıya sahip olduğunu anladıklarında şöyle gülünç bir iddiada bulunmuşlardır: "İlk canlı organizmayı dünyaya uzaylılar getirip bıraktılar." Bazı evrimci bilim adamları tarafından savunulan bu iddianın saçmalığı elbette ki evrimcilerin içine düştükleri çaresizliğin göstergelerindendir.

Mısır'da kurulan medeniyet ve tarih boyunca kurulan diğer tüm medeniyetlerin her biri akıl ve irade sahibi insanlar tarafından kurulmuştur. Üstelik bunlar çok eski dönemlere ait medeniyetlerdir. Bugün Mısır'ın MÖ 3000 yılındaki eserlerini inceleyerek hayranlığımızı dile getiriyoruz ve bilim adamları ve konuyla ilgili uzmanlar bu eserlerin nasıl meydana getirilmiş olabileceğini tartışıp araştırıyorlar. Ancak şu nokta çok önemlidir; Mısır'da bugün izlerine rastlanan 5000 yıl önceki medeniyet, elbette ki binlerce yılın tecrübe ve bilgi birikimi ile oluşmuştur. Yani bu medeniyetin kökleri daha da öncesine dayanmaktadır. Dolayısıyla evrimcilerin ve tarihin evrimine inananların iddia ettikleri gibi ilk çağlarda ilkel ve konuşma yeteneğinden yoksun, sadece hayvan avlayarak geçimini sağlayabilen, yarı hayvan insanlar yoktu. İnsan ilk yaratıldığı günden bu yana, günümüz insanının sahip olduğu zeka, estetik anlayışı, kavrayış, bilinç ve ahlak gibi tüm insani özelliklere sahipti. 
  
GEÇMİŞ MEDENİYETLERİN GÖKYÜZÜNDEKİ KEŞİFLERİ

Uçmak tarihin her döneminde insanların en büyük hayallerinden biri olmuştur. İçi sıcak hava ile dolu bir balonla olan ilk uçuş 1780'li yıllarda bir Fransız tarafından gerçekleştirilmiştir. 1903 yılında ise Wright kardeşler ilk motorlu uçağı yapmışlardır. Bu, insanoğlunun göklerdeki yolculuğunun bilinen tarihidir. Ancak, araştırmacılar insanın uçuş tarihini çok daha eski tarihlere kadar götürmektedirler.

Geçmiş medeniyetlere ait kalıntılar incelendiğinde, hava ulaşımının bildiğimiz tarihten çok daha eskilere kadar uzandığı anlaşılmaktadır. Mayaların kalıntılarında, Mısır piramitlerindeki resimlerde, Sümer yazıtlarında ve Japonya'da bulunan kalıntılarda çeşitli uçak, planör, helikopter benzeri araçlara, pilot giysili heykellere sıkça rastlanmaktadır. Bunlardan anlaşıldığı kadarıyla, günümüzden binlerce yıl önce de insanlar hava ulaşımını yapmakta, şu anda kullanılanlara benzer araçlar kullanmaktaydılar.

Kuran-ı Kerim ayetlerinde de geçmiş dönemlerde hava ulaşım aletlerinin kullanılıyor olabileceğine işaret edilmektedir. Bu ayetlerden biri şöyledir:

Süleyman için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesafe) olan rüzgara (boyun eğdirdir)... (Sebe Suresi, 12)

Bu ayette ulaşılması oldukça uzak olan mesafelere, Hz Süleyman döneminde kısa sürede ulaşılabildiğine dikkat çekiliyor olması muhtemeldir. Bu ulaşım, günümüzdeki uçak teknolojisine benzer bir teknoloji kullanılarak, rüzgarla hareket eden vasıtalar meydana getirilmesiyle gerçekleşmiş olabilir. (Doğrusunu Allah bilir.)

Geçmiş medeniyetlerin hava ulaşımını kullandıklarına işaret eden delillerden biri, Mısır'da bulunan planör modelidir. 1898 yılında arkeologlar tarafından, Saqquara'daki bir mezarın içinde bulunan bu planör modelinin MÖ 2000 yılında yapılmış olduğu ortaya çıkarılmıştır. Bundan yaklaşık 2200 yıl öncesine ait bir planör modelinin ortaya çıkarılması elbette olağanüstü bir durumdur. Bu, evrimci tarih anlayışını temelden sarsan arkeolojik bir buluştur. Söz konusu modelin teknik özellikleri incelendiğinde ortaya çok daha ilginç bir manzara çıkmaktadır. Bu ahşap modelin kanatlarının şekli ve oranları, günümüzün en ileri teknolojisiyle yapılan Concorde uçaklarda olduğu gibi, hızdan minimum kayıpla maksimum kaldırma kuvveti sağlayacak şekilde tasarlanmıştır. Bu durum, Antik Mısırlıların çok iyi aerodimanik bilgisine sahip olduklarını da göstermektedir.   

ANTİK MISIR’DA ELEKTRİK VAR MIYDI?

Dendera'daki Hathor Tapınağı'nda bulunan bazı duvar resimleri, Antik Mısırla ilgili oldukça ilginç bir bilgiyi gün yüzüne çıkarmıştır. Resimde yer alan figürler, Antik Mısırlıların elektriği bildiği ve kullandığı ihtimalini gündeme getirmiştir. Söz konusu resim dikkatlice incelendiğinde, tıpkı günümüzdeki gibi yüksek voltaj yalıtımının o günlerde de kullanıldığı görülür: Ampul görünümündeki şekil dikdörgen bir sütun (bu sütun izolatör olarak kullanıldığı tahmin edilen ve ced sütunu olarak adlandırılan bir sütundur) tarafından desteklenmektedir. Resimdeki şeklin günümüz elektrik lambalarıyla olan bu şaşırtıcı benzerliği, çok dikkat çekicidir. Tunsten ampulün kaşifi olan Dr. Colin G. Fink, 1933 yılında eski Mısır’a ait metal eşyaları analiz ederken Mısırlıların bundan yaklaşık 4300 yıl önce, bakırı antimon elementiyle kaplamayı bildiklerini bulmuştur. Bu kaplama, günümüzde elektrolizle kaplama adı verilen yöntemle elde edilen sonucun aynısının elde edildiği bir yöntemdir.68
Resimde tarif edilen bu sistemin ışık yayıp yaymadığı, bilim adamları tarafından denenmiştir. Avusturyalı elektrik mühendisi Walter Garn, kabartmada yer alan resmi çok detaylı olarak incelemiş, resimdeki ampulü, yılanlı teli, duyu, ced sütunu olarak kullanılan izolatörün aynısını yapmıştır. Ve ortaya çıkan sistem etrafı aydınlatmış, yani ışık yaymıştır.

Mısır'da elektriğin kullanılmış olabileceğini gösteren delillerden biri de piramitlerin iç duvarlarında hiç is izinin bulunmamasıdır. Eğer evrimci arkeologların iddia ettiği gibi, aydınlatma için meşale ve benzeri malzemeler kullanılmış olsaydı duvarlarda mutlaka is olması gerekirdi. Ancak piramitlerin en içteki dehlizlerinde dahi böyle bir is izi yoktur. Gerekli aydınlatma sağlanmadan, inşaatın devam etmesi, daha da önemlisi duvarlardaki gösterişli resimlerin yapılabilmesi mümkün değildir. Bu da Mısır'da elektriğin kullanılmış olma ihtimalini güçlendirmektedir.

SÜMER MEDENİYETİ

Darwinist bilim adamları insanlık tarihinin sözde evrimini anlatırlarken, çok önemli bir konuda daha aciz kalmaktadırlar. Bu da insanlığın üniversiteler, hastaneler, fabrikalar, devletler kurmasına, besteler yapmasına, olimpiyatlar düzenlemesine, uzaya gitmesine vesile olan, kısaca insanı insan yapan en önemli özelliklerinden biri olan "akıldır."

Evrimciler insan aklının, sözde yaşayan en yakın akrabası şempanzelerle ayrıldıktan sonra yaşanan süreçte evrimleşerek bugünkü halini aldığını iddia ederler. Aklın sözde evriminde var olduğunu iddia ettikleri sıçramaları ise beyinde meydana gelen rastlantısal değişimlere ve alet yapımı yeteneğinin geliştirici etkisine dayandırırlar. Bu iddialarını televizyon belgesellerinde, dergi ve gazete yazılarında sık sık karşımıza çıkarır ve önce taştan bıçak, sonra da mızrak yapmayı öğrenen maymun adamların hikayesini anlatırlar. Ancak bu propaganda geçersizdir. İnsanlara aktarılan senaryolar bilimsel gösterilmeye çalışılmalarına karşın tamamen bilim dışıdır ve tek kaynakları Darwinist ön yargılardır. Ve kuşkusuz en önemlisi, insan aklının maddeye indirgenemez oluşudur. Bu gerçek materyalizmin geçersizliğini belgeleyerek aklın evrimi iddialarını temelinden yıkmaktadır.

Gerçekte aklın evrimle ortaya çıktığını iddia eden evrimciler, ilkel bir akıl seviyesine sahip olmanın neye benzediğini kişisel olarak tecrübe etme ve sözde evrimsel süreçteki şartları tekrarlama imkanına sahip değildirler. Evrimci yayınlarıyla bilinen Nature dergisinin editörü Henry Gee, bir evrimci olmasına karşın bu tür iddiaların bilim dışı olduğunu açıkça kabul etmektedir:

Mesela, insanın evriminin, vücudun duruşu, beyin hacmi ile ateş, alet kullanımı gibi teknolojik başarılar ve lisanın ortaya çıkmasını sağlayan el-göz koordinasyonundaki gelişmelere bağlı olarak geliştiği söylenir. Ancak bu gibi senaryolar subjektiftir. Deneylerle asla test edilemezler, öyleyse bilimsel değildirler. Genelde kullanımda olmaları, bilimsel testlere değil, sahiplerinin iddia ve otoritesine dayanır.

Bu tür senaryolar bilim dışı olmalarının yanı sıra mantıksal açıdan da tutarsızdırlar. Evrimciler sözde evrimle ortaya çıkan akıl sayesinde alet kullanımının ortaya çıkıp geliştiğini; alet kullanımı sayesinde de aklın geliştiğini savunmaktadırlar. Oysa böyle bir gelişim ancak insan aklı zaten mevcutken mümkündür. Bu anlatıma göre ilk olarak teknolojinin mi yoksa aklın mı sözde evrimle ortaya çıktığı sorusu cevapsızdır.

Darwinizm'in en etkili eleştirmenlerinden Phillip Johnson bu konuda şunları yazar:

Aklın ürünü olan bir teori, teoriyi üreten aklı uygun bir şekilde asla açıklayamaz. Mutlak doğruyu keşfeden üstün bilimsel aklın hikayesi ancak ve ancak aklı verilmiş bir yetenek olarak kabul ederseniz tatmin edicidir. Aklı kendi icatlarının bir ürünü olarak açıklamaya çalıştığımız anda, çıkışı olmayan aynalı bir koridora girmişizdir.71

Darwinistlerin insan aklını açıklamakta aciz kalmaları, insanlığın kültürel ve sosyal tarihi hakkında öne sürdükleri iddiaların da geçersiz olduğunu gözler önüne serer. Nitekim buraya kadar incelediğimiz bütün bilgiler ve bulgular da Darwinist bilim adamlarının, "tarihin evrimi" iddiasını tam anlamıyla geçersiz kılmaktadır.

İnsanlık tarihi, eski dönemlerde yaşayanların -evrimcilerin iddialarının aksine- tahmin edilenden çok daha üstün bir teknoloji ve medeniyete sahip olduklarını gösteren yüzlerce delil ve bulguyla doludur. Bunlardan biri de Sümer medeniyetidir. Sümerlerin geriye bıraktığı eserler, insanoğlunun binlerce yıl önce sahip olduğu bilgi birikiminin delillerindendir.

İleri Bir Medeniyet:  Sümerler

Mezopotamya, Yunancada "nehirler arasında" anlamına gelir. Bu bölge, dünyadaki en verimli topraklardan biridir ve bu özelliğiyle büyük medeniyetlerin geliştiği bir bölge olmuştur.

Bu toprakların güneyinde bulunan ve bugün Kuveyt ve Kuzey Suudi Arabistan olarak bilinen bölgeden çıkan bir grup insan, diğer topluluklardan farklı bir dil konuşuyor, şehirlerde oturuyor, hukuki düzene dayalı bir monarşi ile yönetiliyor ve yazıyı kullanıyorlardı. Bu toplum Sümerlerdi. MÖ 3000'den itibaren büyük şehir devletleri kurarak gittikçe genişlemiş, geniş kitleleri kontrol altına almışlardı.

Sümerler ilerleyen tarihlerde, Akad toplumu tarafından yenilgiye uğratılarak kontrol altına alınmışlardır. Ancak Akadlar, Sümerlerin kültürünü, dinini, sanatını, hukukunu, yazısını, devlet yapısını ve edebiyatını benimseyerek, Mezopotamya uygarlığının devam etmesini sağlamışlardır. 

Sümerler döneminde teknolojiden sanata, hukuktan edebiyata kadar tüm alanlarda önemli gelişmeler yaşanmıştır. Sümerlerin gelişmiş ticaretleri ve güçlü bir ekonomileri vardı. Tunç metalurjisi, tekerlekli araçlar, tekneler, heykeller ve anıtsal yapılar bu dönemdeki hızlı gelişimin günümüze ulaşan kanıtlarından birkaçıdır. Ayrıca Sümerlerin, günümüze kadar ulaşamamış olan birçok el sanatına da sahip olduğu bilinmektedir. Mezopotamya kentleri için önemli bir dış satım malı olan yün dokumaların dokunup boyanması da, gelişmiş yan sanatlara örnek olarak verilebilir.73

Sümerlerin toplumsal alanda da gelişmiş bir yapılanması vardı. Sümer devleti monarşik bir yapıya sahipti. İktidarda bulunan   rahip-kral, devleti bir dizi bürokratlar yardımıyla yönetiyordu. Yardımcıları, hasattan sonra, ürünleri halk arasında paylaştırır, toprakları gezip gözlem yaparlardı. Sümerlerin sahip olduğu yönetim sisteminin temelini bürokrasi oluşturmaktaydı. Her bölgedeki rahip, orada yaşayan halkın sorumluluğunu üstüne alır ve özellikle büyük şehirlerde gıda paylaşımının dikkatli bir şekilde yapılmasını sağlardı. Rahiplerin bu çalışmaları kaydedilerek saklanırdı.

Günümüzden yaklaşık 5000 yıl önce yaşamış olan Sümerlerin sosyal, sanatsal, bilimsel ve ekonomik alandaki yaşantıları, evrimcilerin öne sürdükleri sözde "ilkelden gelişmişe doğru ilerleyen insan" modeliyle tamamen çelişmektedir. Sümerlerin inşa etmiş olduğu büyük medeniyet hem kendi devrinde son derece ileridir, hem de günümüzde dahi pek çok toplumla kıyaslandığında oldukça gelişmiş bir medeniyettir. Evrimcilerin iddialarıyla, sözde maymunsuluktan bir müddet önce kurtulmuş, hırıltılar çıkarmaktan konuşmaya geçeli kısa bir süre olmuş, daha yeni sosyalleşmeye başlamış, hayvan yetiştirmeyi, tarımla uğraşmayı yeni öğrenmiş insanların nasıl olup da bu derece gelişmiş bir kültür inşa ettikleri açıklanamaz. Açıkça görülmektedir ki, tarihin her döneminde insan zihniyle, yetenekleriyle, zevkleriyle, sosyal ilişkileriyle insan olarak var olmuştur. Evrimcilerin çeşitli yayın organlarında sıkça gündeme getirdikleri, ateş başında oturan, mağaralara sığınmış, kaba taştan aletler yaparak günlerini geçiren yarı maymun-yarı insan çizimleri ise hayal ürünü olmaktan öteye gitmeyen, tarihsel, arkeolojik ve bilimsel bulgularla hiçbir şekilde uyuşmayan hikayelerden ibarettir.

Sümerler ve Bilim

Sümerler, matematikte sayı sistemini uygulamışlardır. Günümüzde kullanılan 10 sayısına dayalı matematik sistemi yerine, 60 sayısına dayalı bir matematik sistemi kullanmışlardır. 60 sayısı, halen bazı hesaplamalarda önemli bir yer tutar, bir saatin 60 dakikadan, bir dakikanın 60 saniyeden oluşması ya da dairede 360 derece olması gibi... Bu nedenledir ki, geometri ve cebirin de ilk formüllerini ortaya koyan Sümerlerin matematik bilgileri, günümüz matematiğinin temeli olarak kabul edilir.

Ayrıca Sümerler, astronomide oldukça ileri bir düzeye ulaşmış, ay, yıl, gün hesaplarını günümüzle neredeyse aynı şekilde yapmışlardır. 12 aydan oluşan bir takvime sahip olan Sümerlerin takvimini, Antik Mısırlılar, Yunanlılar ve bazı Semitik toplumlar da kullanmıştır. Bu takvime göre, bir yıl kış ve yaz olmak üzere iki mevsimden oluşmaktaydı. Yaz mevsimi ilkbahardaki gün dönümünde, kış mevsimi ise sonbahardaki gün dönümünde başlıyordu.

Sümerler, "Ziggurat" adını verdikleri kulelerde uzayı da incelemişlerdir.74 Güneş ve Ay tutulmalarını önceden saptayabildikleri, çeşitli kayıtlarda açıkça görülmektedir. Sümerlerin bir diğer astronomik bulgusu da, pek çok takımyıldızın haritasını çıkarmış olmalarıdır. Güneş ve Ay'ın yanı sıra, Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn'ün de hareketlerini takip edip kaydetmişlerdir. Bundan 5000 yıl önce Sümerlerin uzayla ilgili yaptıkları bilimsel saptamalar, bugün uzay araçlarından gönderilen görüntülerle doğrulanmaktadır.

Hiç şüphesiz bu durum, tarihin evrimi iddialarıyla tamamen çelişmektedir. Ortada, günümüzün dev teleskopları, gelişmiş bilgisayarları, her türlü teknik alt yapıya sahip gözlem merkezleri sayesinde ancak yeni elde edilmiş bilgileri, bundan 5000 yıl önce keşfetmiş bir topluluk vardır. Bu durumda evrimci bilim adamlarının yapması gereken, ön yargılarını bir kenara bırakarak, bilimsel ve tarihsel bulguların onlara gösterdiği gerçeğe göre hareket etmektir. Ve bu gerçek, Darwinistlerin iddia ettiği gibi, medeniyetlerin sürekli ilkelden gelişmişe doğru ilerlediği, toplumların ve kültürlerin evrim geçirdiği tezinin bilimsel ve tarihsel bir geçerliliği olmadığını göstermektedir. Medeniyetler kuran, besteler yapan, sanat eserleri meydana getiren, görkemli yapılar inşa eden, uzayla ilgili araştırmalar yapıp önemli veriler elde eden, bilimsel gelişmelere imza atan, teknolojik buluşlar ortaya koyan insanın tarihini sözde evrimsel bir süreçle açıklamaya çalışmanın temelinde yatan neden, birtakım ideolojik kaygılardır. Bilim adamlarına yakışan tavır ise ideolojik kaygılara göre değil, deneylere, bulgulara, gözlemlere kısaca bilimsel verilerin ortaya koyduğu delillere göre davranmaktır.

NEMRUD MERCEĞİ

1850 yılında arkeolog John Layard'ın elde etmiş olduğu bir bulgu, "Merceği aslında ilk olarak kim kullandı?" sorusunu gündeme getirmiştir. John Layard, şimdiki Irak topraklarında yaptığı kazıda, günümüzden 3000 yıl öncesine ait mercek görünümünde bir parça bulmuştur. Halen İngiliz Müzesi'nin arşivinde yer alan bu parça, bilim dünyasında bilinen ilk merceğin Asurlular döneminde kullanıldığını göstermiştir. Roma Üniversitesi'nden Prof. Giovvani Pettinato da, bilim tarihinin belirlenmesi konusunda önemli bir buluş olarak nitelendirdiği bu parçanın, Asurluların kapsamlı astronomi bilgisinin kaynağını da açıkladığını söylemektedir. Asurlular, Satürn gezegenini ve bu gezegenin etrafındaki halkaları tespit etmiş bir toplumdu.75 

Bu merceğin hangi amaçla kullanılmış olduğu elbette tartışılabilir bir konudur, ancak açık bir gerçek vardır, o da geçmiş toplumların hepsinin evrimci bilim adamlarının öne sürdüğü gibi basit bir hayat yaşamadıklarıdır. Geçmişteki toplumlar da, bilimi ve teknolojiyi kullanmış, köklü medeniyetler inşa etmiş, gelişmiş bir yaşam sürmüşlerdir. Nasıl bir yaşam sürdüklerine dair günümüze son derece kısıtlı bilgi ulaşmıştır. Ama ulaşan bilgilerin hemen hepsi bu toplumların evrim geçirmediğini açıkça göstermektedir.
BAĞDAT PİLİ

1938 yılında Alman arkeolog Wilhelm Konig tarafından bulunan vazo görünümündeki bir parça, "Bağdat Pili" olarak adlandırılmaktadır. Peki yaklaşık 2000 yıllık bir geçmişi olduğu hesaplanan bu parçanın pil olarak kullanıldığı sonucuna nasıl varılmıştır? Zira, eğer bu parçanın pil olarak kullanıldığı doğruysa –ki yapılan araştırmalar doğru olduğunu göstermektedir- medeniyetin sürekli ileri gittiği, geçmişteki toplumların ise geri koşullarda yaşadığına dair tüm teoriler yerle bir olmaktadır. Ağız kısmı asfaltla kapatılmış olan bu toprak kabın iç kısmında bakır bir tüp bulunmaktadır. Alt kısmından bakır bir diskle kapalı olan bu tüp içinde bir demir çubuk üst taraftaki asfalt kapak aracılığıyla tutturulmuştur. Çubuk, tüpün içine doğru sallanır pozisyondadır, ancak hiçbir noktayla temas etmemektedir.

Kabın bir elektrolitle doldurulması durumunda ise, akım üreten bir pil elde edilmiş olunur. İşte bu, elektrokimyasal reaksiyon olarak bilinen olaydır ve günümüzde kullanılan pillerin işleyiş mekanizmasından hiçbir farkı yoktur. Bağdat pili esas alınarak oluşturulan modellerle yapılan denemelerde 1.5-2 volt arasında enerji elde edilmiştir.

Bu durumda önemli bir soru daha gündeme gelmektedir: Bundan 2000 yıl önce pil, ne için kullanılmaktadır? Ortada bir pil olduğuna göre, pille kullanılan birçok da cihaz ve alet olması gerektiği açıktır. Ve bu durum, bundan 2000 yıl önce yaşayan insanların bilinen ve tahmin edilenden çok daha gelişmiş yaşam standartlarına sahip olduklarını bir kez daha göstermektedir.

Tarihin Evrimi İddialarını Çürüten Bir Başka Medeniyet: Mayalar
  
Evrimci yayınların hemen hepsinde ortak bir nokta vardır. Bu yayınlarda bir canlıya ait biyolojik yapı veya özelliğin niçin evrimleşmiş olabileceğine dair hayali senaryolara yer verilir. Dikkat çekici olansa, evrimcilerin hayal gücüyle ürettikleri hikayelerin bilimsel gerçeklermiş gibi anlatılmasıdır. Oysa bu yayınlarda anlatılanlar "Darwinist masallar"dan başka bir şey değildir. Evrimciler kendi zihinlerinde kurguladıkları senaryoları, topluma sözde bilimsel kanıt gibi sunmaya çalışmaktadırlar. Oysa bu anlatımlar tümüyle aldatıcıdır. Darwinist masallar, herhangi bilimsel bir değer taşımazlar; evrimci iddialar için de asla kanıt oluşturmazlar.

Evrimci literatürde sıkça rastlanılan hikayelerden biri de, sözde maymunsu varlıkların insana dönüşmesi ve ilk başlarda sözde ilkel olan insanın da belirli bir süreç içerisinde sosyalleşerek gelişmesidir. Hiçbir bilimsel kanıtı olmamasına rağmen, yarı dik yürüdüğü, hırıltılar çıkardığı varsayılan "mağara adamları"nın ailesiyle birlikte gezerken ya da ellerindeki kaba aletlerle avlanırken veya bir ateş başında otururlarken resmedildiği sözde ilkel insan canlandırmaları da bu hikayenin en bilinen parçalarıdır.

"İnanın ve böyle olduğunu hayal edin" anlamına gelen bu canlandırmalar, evrimcilerin, insanları somut gerçeklerle değil de hayali masallarla iknaya çalıştıklarının en önemli göstergelerindendir. Çünkü bunlar bilimsel kanıtlara değil, sahibinin kabullerine ve ön yargılarına dayalı hikayelerdir.

Evrimciler bu hikayeleri anlatmanın yanlışlığını bile bile bunları profesyonel literatürde tutmakta, topluma bilimsel gerçekler gibi sunmakta bir sakınca görmemektedirler. Ancak evrimcilerin sık sık anlattığı bu senaryolar evrim teorisine hiçbir bilimsel destek oluşturmamaktadır. Çünkü insanın maymunsu atalardan türediği iddiasını destekleyen bir tek bilimsel bulgu dahi bulunmamaktadır. Aynı şekilde, toplumların ilkelden gelişmişe doğru evrimleştiğini gösteren hiçbir arkeolojik ve tarihsel bulgu da yoktur. İnsan var olduğu ilk günden beri insandır ve her dönemde farklı medeniyetler, kültürler inşa etmiştir. Bu medeniyetlerden biri de, geride bıraktığı izlerle büyük hayranlık uyandıran Maya medeniyetidir.

Tarihi kaynaklarda, bu bölgede yaşayan toplumlara gelen, uzun boylu, beyaz kıyafetli bir kişiden bahsedilmektedir. Yazıtlarda yer alan bilgiye göre, kısa bir dönem için, tek İlah inancının yayıldığı ve bilimde, sanatta gelişme kaydedildiği belirtilmektedir.

Matematik Uzmanı Mayalar

MÖ 1000 yıllarında Orta Amerika'da, diğer medeniyetlerden oldukça uzakta yaşayan Mayalar, tıpkı Mısır, Yunan veya Mezopotamya'daki uygarlıklar gibi gelişmiş bir medeniyet oluşturmuşlardır. Mayaların en önemli özelliği ise, astronomi ve matematik alanındaki çalışmaları ve oldukça karmaşık yazı dilleriyle bilime öncülük etmiş olmalarıdır.

Mayaların zaman, astronomi ve matematik alanlarındaki bilgileri, kendi dönemlerinin Batı dünyasının bilgisinden bin yıl ilerideydi. Mesela Dünya'nın bir yıllık dönüşü hakkındaki hesapları, bilgisayar icat edilmeden önce yapılan hesaplardan daha kesin ve hatasızdı. Matematikte sıfır kavramı, Avrupalı matematikçilerin keşfetmesinden bin yıl önce Mayalar tarafından kullanılıyordu. Matematikte kendi çağdaşlarından çok daha gelişmiş rakamlar ve işaretler kullanmışlardı.

Maya Takvimi

Mayaların kullandığı takvim de, ileri medeniyetlerini gösteren delillerden biridir. Mayalar tarafından kullanılan "Haab takvimi" 365 günden oluşmaktadır. Ayrıca Mayalar, bir yılın 365 günden biraz daha uzun olduğunu da hesaplamışlardır. Mayaların yaptıkları hesaplamalara göre bir yıl 365.242036 günden oluşmaktadır. Günümüzde kullanılan Gregoryen takvimi ise 365.2425 günden oluşmaktadır.76 Görüldüğü gibi iki rakam arasında çok küçük bir fark bulunmaktadır. Bu da, Mayaların matematik ve astronomi konusundaki uzmanlıklarını gözler önüne seren bir başka delildir.

Mayaların Astronomi Bilgileri

Mayalardan günümüze gelen ve Kodeks olarak isimlendirilen üç kitapta, Mayaların yaşantılarına ve astronomi ilimlerine dair önemli bilgiler bulunmaktadır. Madrid Kodeksi, Paris Kodeksi ve Dresden Kodeksi olarak adlandırılan bu üç kitaptan, Dresden Kodeksi Mayaların astronomi hakkında ne kadar çok bilgiye sahip olduklarını göstermesi açısından çok önemlidir. Mayalar oldukça karmaşık bir yazı stiline sahiptirler ve bugüne kadar Maya yazısının %5-%30'luk kısmı çözülebilmiştir. Bu bile, Mayaların ne kadar ileri bir bilim seviyesine sahip olduklarını göstermek için yeterli olmuştur.

Örneğin Dresden Kodeksi'nin 11. sayfasında Venüs gezegenine dair bilgiler bulunur. Mayalar bir Venüs yılını 583.92 gün olarak hesaplamışlar ve bu rakamı yuvarlayarak 584 gün olarak kabul etmişlerdir. Bununla birlikte binlerce yıllık Venüs devrelerini çizimleriyle ortaya koymuşlardır. Aynı kodekste iki sayfa Mars'a, dört sayfa Jüpiter ve uydularına ait bilgilere, sekiz sayfa da Ay'a, Merkür'e, Satürn'e ayrılmıştır. Bu sayfalarda, sözü edilen gezegenlerin Güneş etrafındaki dönüşleri, Güneş'le birlikte hareketleri, gezegenlerin birbirleriyle ilişkileri, Dünya'yla ilişkileri gibi oldukça karmaşık hesaplamalarla belirlenen bilgileri açıklamışlardır.

Mayalıların astronomi bilgisi, Venüs yörüngesinin her 6000 yılda bir gün geri alınmasının gerekli olduğunu tespit edecek kadar mükemmeldir. Böyle bir bilgi birikimini nasıl edindikleriyse, günümüzde halen astrologlar, astro-fizikçiler ve arkeologlar tarafından tartışılmaktadır. Günümüzde böyle karmaşık hesaplar bilgisayar teknolojisinin yardımıyla yapılabilmektedir. Bugünün bilim adamları uzay hakkında bilgilerini, her türlü teknolojik ve elektronik cihazla donatılmış gözlem merkezlerinde ve üslerde edinmektedirler. Mayalar ise bundan yüzlerce yıl önce günümüz teknolojisiyle ulaşılan bilgi ve hesaplamalara sahiptirler. Bu durum bir kez daha, toplumların sürekli olarak sözde ilkellikten medeniyete doğru ilerledikleri tezini geçersiz kılmaktadır. Tarihte yaşamış pek çok toplum, günümüz toplumları kadar hatta bazılarından çok daha ileri bir medeniyet seviyesine sahiptir. Ve günümüzde de geçmişte yaşamış toplumların seviyesine dahi ulaşamamış gerilikte yaşayan birçok toplum bulunmaktadır. Kısaca, medeniyet kimi zaman ileri, kimi zaman geri gitmekte, kimi zaman da hem ileri hem geri medeniyetler aynı dönem içerisinde yaşayabilmektedir.

Eski Maya ehri Tikal'deki Yol A¤ı

Tikal, en eski Maya şehirlerinden biridir. MÖ 8. yüzyılda kurulmuştur. Vahşi bir orman arazisinin içine kurulmuş olan Tikal şehrinde yapılan arkeolojik kazılarda şimdiye kadar, evler, saraylar, piramitler, tapınaklar, toplantı alanları ortaya çıkarılmıştır. Tüm bu alanların birbirleriyle yollar aracılığıyla bağlantılı olduğu görülmüştür. Hatta uçaktan çekilen bazı radar fotoğraflarında, komple bir kanalizasyon sisteminin yanı sıra şehrin her alanını kapsayan bir de sulama sistemi olduğu anlaşılmıştır. Ne deniz ne de nehir kenarında bulunan Tikal'de sulamanın gerçekleşebilmesi için yaklaşık on tane de dev su deposu kullanıldığıığa çıkarılmıştır.

Tikal'den ormana doğru uzanan beş ana cadde vardır. Bunlar arkeologlar tarafından merasim yolları ya da seramoni caddeleri olarak adlandırılmaktadır. Havadan çekilmiş olan fotoğraflar ise, Maya şehirlerinin geniş bir yol ağıyla birbirlerine bağlı olduklarını göstermektedir. Yaklaşık toplam 300 km uzunluğundaki bu yollar, detaylı bir mühendislik çalışması yapıldığını ortaya koyar niteliktedir. Tüm yollar, kırılmış kayalardan yapılmış ve üzerleri açık renk dayanıklı bir tabakayla kaplanmıştır. Cetvelle çizilmiş gibi düzgün bir hatta sahip olan bu yolların nasıl inşa edilmiş olduğu, yollar inşa edilirken Mayaların yönlerini nasıl belirlemiş oldukları, hangi araç ve gereçlerden yararlanmış oldukları cevaplanması gereken önemli sorulardır. Evrimci anlayışla bu sorulara akılcı ve mantıklı cevaplar verilmesi mümkün değildir. Çünkü mühendislik harikası, kilometrelerce uzunluktaki yollar söz konusudur. Gayet açıktır ki, bu yollar ince hesaplamaların, ölçümlerin, yön tayininin, gerekli araç ve gereçlerin kullanımının eseridir.

Mayaların Kullandığı Dişli Çarklar

Mayaların yaşamış oldukları bölgelerde yapılan araştırmalar, dişli çark mekanizmasına sahip aletler yaptıklarını göstermektedir.

Mayaların önemli kentlerinden biri olan Copan'da çekilmiş olan arka sayfadaki fotoğraf, bu durumun delillerinden biridir. Dişli çark mekanizmasını kullanan bir toplumun makine mühendisliği bilgisine sahip olması, kuvvet ve hareketin etkileşimlerini bilmesi şarttır.

Bu bilgilere sahip olmayan birinin dişli çark mekanizmasını meydana getirmesi mümkün değildir. Örneğin sizden, bu resimdekine benzer bir mekanizma oluşturmanızı isteseler, gereken eğitimi almadan bu mekanizmayı meydana getirmeniz ve kusursuz işlemesini sağlamanız olanaksızdır.

Oysa Mayalar bunu başarmıştır. Bu da Mayaların bilgi seviyesinin önemli bir göstergesi, evrimcilerin iddia ettiği gibi "geçmişte yaşayanların geri" olmadıklarının ispatıdır.

Buraya kadar ele alınan bilgiler bize geçmişte yaşamış olan toplumların ileri medeniyet seviyelerinden birkaç küçük örnek sunmaktadır. Bu örnekler, oldukça önemli bir gerçeği göstermektedir: Yıllardır evrimci zihniyetle telkin edilen, geçmişte yaşamış toplumların geri, ilkel ve basit bir yaşamları olduğu tezi doğru değildir. Tarihin her döneminde farklı medeniyet seviyelerinde, farklı kültürlere sahip toplumlar yaşamıştır. Ancak hiçbiri diğerinden evrimleşmemiştir. Bundan 1000 yıl önce bazı geri medeniyetlerin yaşamış olması, tarihin evrimleştiğini, toplumların ilkelden gelişmişe doğru ilerlediğini gösteren bir durum değildir. Çünkü bundan bin yıl önce bu geri toplumlarla beraber, bilim ve teknolojide ilerlemiş, köklü medeniyetler inşa etmiş, son derece ileri toplumlar da yaşamıştır. Toplumların ilerlemesinde, kültürlerin birbirlerinden olan etkileşimleri, nesillerin birbirlerine aktardıkları bilgi birikimi, kuşkusuz önemli bir rol oynar. Ama bu bir evrimleşme değildir.

Kuran-ı Kerim'de de geçmişte yaşamış toplumlardan örnekler verilirken, bunların bazılarının ileri bir medeniyet inşa etmiş oldukları haber verilir:

Onlar, yeryüzünde gezip-dolaşmıyorlar mı ki, böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını bir görsünler. Onlar, kuvvet ve yeryüzündeki eserleri bakımından kendilerinden daha üstün idiler... (Mümin Suresi, 21)

Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını bir görsünler. Onlar, kendilerinden (sayıca) daha çoktu ve yeryüzünde kuvvet ve eserler bakımından daha üstündüler. Fakat kazandıkları şeyler, (azaba karşı) onlara hiçbir şey sağlayamadı. (Mümin Suresi, 82)

(Halkı) Zulmediyorken yıkıma uğrattığımız nice ülkeler vardır ki, şimdi onların altları üstlerine gelmiş ıpıssız durmakta, kullanılamaz durumdaki kuyuları (terk edilmiş bulunmakta), yüksek saraylarıın çın ötmektedir). (Hac Suresi, 45)

Kuran'da haber verilen bu gerçekler, arkeolojik bulgularla da desteklenmektedir. Yeryüzündeki pek çok arkeolojik bulgu ve geçmiş toplumların yaşama alanları incelendiğinde, gerçekten de, bu toplumların çoğunluğunun günümüzdeki bazı toplumlardan dahi ileri bir seviyede yaşadıkları, inşaat teknolojisinde, astronomide, matematikte, tıpta çok büyük aşamalar kaydettikleri görülür. Bu da Darwinistlerin, tarihin ve toplumların evrimi masalını bir kez daha geçersiz kılmaktadır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder